Araştırma | Ayasofya, 24 Temmuz, İkinci Meşrutiyet

Herkesin 15 Temmuz olarak beklediği Ayasofya’nın ibadete açılma tarihi, 24 Temmuz Cuma günü olarak tespit edildi. Peki, 24 Temmuz tesadüfen seçilen bir tarih mi?

Araştırma | Ayasofya, 24 Temmuz, İkinci Meşrutiyet

Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul’un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olup 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür.  

1935 yılından 2020 yılına kadar müze olarak hizmet vermiştir.  

Ayasofya, mimari bakımdan merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. 

24 Temmuz’da ibadete açılacak 

Danıştay’ın 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesinin ve Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ibadete açılması kararını onaylamasının ardından Ayasofya’da ilk namaz 24 Temmuz’da kılınacak. 

Bütün çevrelerce ilk namazın 15 Temmuz tarihinde kılınması beklenirken, ilk namazın 24 Temmuz’da kılınacağı ilan edildi.  

Lozan Barış Antlaşmasının 97. yıl dönümüne rastlayan 24 Temmuz’da kılınacak.  

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nda kazandığı zaferin devamı olarak nitelendirilen Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 yılında imzalanmıştır. 

Peki 24 Temmuz’da Başka Ne Olmuştu? 

Jön Türk Devrimi – İkinci Meşrutiyet’in yeniden ilânı 

Devrim ilk olarak 3 Temmuz 1908 tarihinde Resne’de Kolağası Resneli Niyazi Bey’in 400 asker ve sivilden oluşan bir çete ile dağa çıkması ile başladı.  

II. Abdülhamid’in ihtilale yönelik tedbirleri subayların İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olmaları nedeniyle işe yaramadı.  

Cemiyetin Manastır merkezi, padişaha, Kanun-ı Esasî’yi yürürlüğe koymasını ve 26 Temmuz’a kadar Meclis-i Mebusan’ın açılmasına izin vermesini isteyen bir telgraf çekti.  

Eyüp Sabri kumandasındaki Ohri Taburu ile Niyazi Bey’in komutasındaki Resne Taburu 22 Temmuz gecesi Manastır’da birleşti ve Manastır Fevkalade Kumandanı olarak görevli bulunan Miralay Fevzi Bey’i dağa kaldırdılar.  

23 Temmuz günü atılan 21 pare top atışı ile Manastır’da İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Meşrutiyet yönetimi ilan edildi ve karar telgraflarla Yıldız Sarayı’na bildirildi. 

24 Temmuz’da baskılara daha fazla dayanamayan II. Abdülhamid tarafından Kanun-ı Esasî’nin yeniden yürürlüğe konmasına karar verildi ve resmî ilan ertesi sabah gazetelerde yayımlandı.  

Böylece İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş oldu. 

Meşrutiyet’e Giden Yol  

1876 yılında, aslında kendi içinde yetersiz ve kişi hak ve özgürlüklerine yeterince yer vermeyen bir anayasa Türkiye’nin o günlerde yaşadığı kriz ortamından kurtulması amacıyla kabul edilmişti. 

Ancak hak ve özgürlükler konusunda çok da açılım içermeyen ve iktidarı seçilmiş siyasetçilere teslim etmeyen bu anayasa kısa süre içerisinde mutlakiyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratmış ve Rusya ile yapılan savaş bahanesiyle rafa kaldırılmıştı. 

1878 ile başlayıp 1908’de biten bu dönemi tarihçiler “İstibdat Dönemi” olarak adlandırıyorlar. II. Abdülhamid’in yeni oluşturulmaya başlanan merkezi bürokrasinin tüm olanaklarını kullanarak ülkeyi sıkı bir mutlakiyetçi zihniyetle yönettiği yaklaşık otuz yıllık bu dönemde, Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda liberalleşmesinin önü kesilmeye çalışılmıştı. 1890’lı yıllardan itibaren artan ölçüde ülkeyi saran huzursuzluk havası devlet yönetiminde daha da sert tedbirlerin alınması ile kontrol altında tutulmaya çalışılmış ve doğal olarak da sorun çözüme kavuşacağına daha da katmerlenip karmaşık bir hale gelmişti. 

Abdülhamid yönetiminin doğu vilayetlerindeki devlet gücünü yerel güçlerle paylaşması sonucu 1894-1896 arası Anadolu’daki asayiş yokluğu en sonunda tarihe “Hamidiye Katliamları” -ya da “Ermeni Katliamları”- olarak geçmiş ve durum, çıkan kargaşa ortamında halktan yüz binlerce kişinin öldüğü bir faciaya dönüşmüştü. Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” lakabının verilmesi ve uluslararası platformda Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet olarak itibarının ciddi biçimde sarsılması ile başlayan bu huzursuzluk dönemi 1908 yılına kadar devam etti. 

İmparatorluğun doğusunda yaşanan bu trajedinin izleri daha akıllardan silinmeden, 1903 yılının ağustos ayı başında bu defa da Rumeli’nde tarihe “ilinden Ayaklanması” olarak geçen olaylar patlak verdi. Artık imparatorluktaki huzursuzluk had safhasına varmıştı. 

Mutlakiyetçi yönetimden duyulan bu aşırı rahatsızlık doğal olarak Abdülhamid’in şahsına duyulan nefrete dönüşmüş ve 21 Temmuz 1905 günü Yıldız Sarayı’ndaki Cuma Selamlık’ında şahsına karşı başarısız bir suikast teşebbüsü olmuştu. Belçikalı bir anarşistin yardımlarıyla suikastı planlayan Ermeni komitacılar padişahın arabasının geçeceği yere yerleştirdikleri zaman ayarlı bombayı patlatmışlar, ancak Abdülhamid’in Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile protokol dışı yaptığı görüşme nedeniyle planlanan zamandan geç kalması kendisini mutlak ölümden kıl payı kurtarmıştı. 

Patlayan bomba ile etraftaki yirmi altı kişi hayatını kaybetmiş, elli altı kişi yaralanmıştı. Kortejdeki on yedi atlı araba havaya uçmuş, yirmi at da paramparça olmuştu. 

Bu başarısız suikast girişiminin ardından yurtiçinde ve yurtdışında örgütlenmiş olan devrimciler artık yalnızca Abdülhamid’in şahsına karşı sürdürdükleri aleyhte propaganda ile yetinmeyip tüm devlet düzenini felce uğratacak ve bürokrasiyi işlemez hale getirecek başka yöntemler üzerinde düşünmeye başladılar. 

İlinden Ayaklanması ile eşzamanlı çıkarılan ve eskiden yalnızca koyundan alınan vergiyi tüm ehli hayvanları kapsayacak şekilde genişleten “Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu” ile 1903 yılı ağustos ayından başlayarak, şehir ve köy halkı ayırt edilmeksizin, herkesin gelir düzeyine göre alınmak üzere konan “Şahsi Vergi” adlı iki kalem vergi ülkede hiç de hoş karşılanmamış ve genel ekonomik durumun da olumsuzlukları göz önüne alınınca, bu vergiler büyük tepkiyle karşılanmıştı. 

Bu yüzden de devlet bu iki kalem verginin toplanmasından geçici olarak vazgeçmişti. Ancak 1906 yılı başında mutlakiyetçi yönetim bu vergileri yeniden toplamaya kalkışınca, hemen tüm ülkede bu vergiler aleyhine ayaklanmalar çıktı. 

Devletin bütçe açığını kapamak amacıyla 1906 yılı başında yeniden yürürlüğe koyduğu bu iki kalem vergi bir anlamda bardağı taşıran son damla oldu. 

Ayaklanmalar devrimciler için kaçırılmayacak bir fırsattı. Ayaklanmaları örgütleyen varlıklı sınıfların vergiyi ödeyememekten doğan bir sıkıntıları tabii ki yoktu ama bu kavgada yoksulların da desteğini sağlamak amacıyla, yeni vergilerin halk arasında yıkım yarattığı iddiası -hiç olmazsa yoksul kitleler göz önüne alındığında- gerçekliğin bir parçası olarak rahatlıkla kullanılabilirdi. 

Nitekim kullanıldı ve son derece de başarılı oldu. Zaten var olan rahatsızlıklar nedeniyle kendiliğinden patlamaya hazır olan durum mutlakiyetçi rejim aleyhtarı devrimcilerin çabalarıyla kısa sürede oldukça örgütlü bir biçim aldı ve 1906’dan 1908 yılına kadar geçen iki yıl boyunca ülkenin çok değişik yörelerinde çıkan vergi ayaklanmaları devlet mekanizmasını tam anlamıyla felç etti. 

Erzurum’da 1907’deki vergi ayaklanmaları sırasında halka dağıtılan bildirilerde din farkı gözetmeden herkesin mutlakiyetçi yönetime karşı birlikte hareket etmesi vurgulanırken, yapılan gösterilerin nihai amacının “Kanun-ı Esasi -hürriyet, adalet ve Meclis” olduğu özellikle vurgulanmaktaydı. 

Dolayısıyla, bu ayaklanmaları basit bir vergi ayaklanması olarak görmek çok yanlış olur. Tıpkı 1789 yılındaki Fransız Devrimi’ni tetikleyen olaylar gibi, bu olaylar da yalnızca basit bir vergi sorunu olmaktan çok uzaktı. Fransız Devrimiyle şekillenen devrimci söylemden ve yakın tarihlerde Türkiye’ye komşu ülkelerde yaşanan olaylardan bilinçli halk kitlelerinin haberi vardı. 

Fransız Devrimi’nin ideolojik söylemine ek olarak 1905 ve 1906 yıllarında Türkiye’nin komşusu olan iki ülkede -Rusya ve İran’da- yaşananlar Türkiye’deki kamuoyunu çok ciddi bir biçimde etkiledi. 

1905 yılının ocak ayı başında Rusya’daki huzursuzluk mutlakiyetçi Çarlık rejimini birtakım reformlar yapmaya zorlamış ve hemen tüm yıl boyu süren müzakereler ve kanlı çarpışmalar sonucu 1905 yılı sonları ve 1906 yılı başlarında temsili niteliği çok da fazla olmayan, ama mutlakiyetçi rejime “son veren” yeni bir siyasal düzen kurulmuştu. 

Bu liberal deney, ömrü çok uzun olmasa ve 1906 yılı içinde sonu hüsranla bitse de, komşu ülke Türkiye’de konuşulur olmuştu. 

Yine 1905 yılının aralık ayında Tahran’da iki tüccarın mutlakiyetçi Şah rejimi tarafından cezalandırılmasını protesto etmesiyle başlayan olaylar zinciri kısa zamanda çığ gibi büyümüş ve 1906 yılı ortasına gelindiğinde Şah, temsili bir meclis için seçimlerin yapılmasını kabul etmek zorunda kalmıştı. 

1906 yılı sonunda yeni anayasa Şah tarafından imzalanıp meşruti monarşik düzen kurulmuştu. Zamanın yeraltı devrimci propagandasında her iki ülkedeki olaylara atıfta bulunularak Türkiye’de de devrimci bir hareketle temsili bir meclis kurulması için çaba sarf edildiğini biliyoruz. 

Bu nedenle, 1906 yılında başlayan vergi ayaklanmaları salt vergi meselesinden çok daha önemli bir boyuta sahipti. 

O boyut da, siyasal temsil sorununu gündeme getirmesiydi. Artık vergi yükümlüleri, hangi sınıftan olursa olsun, hangi vergilerin konacağı kendi rızaları alınmadan, ne miktarda alınacağı kendilerince onaylanmadan ve nereye harcanacağını bilmeden vergi vermek istemiyordu. Devlete karşı yürütülecek bir yıkım hareketinde bundan daha doğal ve etkili bir mekanizma düşünülemezdi. 

 Eğer vergi ayaklanmaları başarıya ulaşırsa devlet aygıtının çarkları dönmez hale gelebilirdi. Pratik yönden çok anlamlı ve amaçları açısından son derece tutarlı olan bu hareketin soyut düzlemde “temsil sorunu” olarak adlandırılabilecek “halkın yönetime katılması” sorunu ile bağlantısı son derece açık bir biçimde ortaya koyuldu. Bu, halkı devletin adaletsiz uygulamalarına karşı ayaklanmaya çağıran bildirilerden birinde açık olarak ortaya konmaktaydı: 

 Kişiler devlet katında temsil edilmeden, yani serbest seçimler sonucu oluşturulacak bir meclis toplanmadan artık kimse vergisini vermeyecekti. Kısacası, verginin meşruiyeti özgürlükçü düşüncede son derece açık bir biçimde tartışıldığı şekliyle ortaya çıkmıştı -temsil mekanizması olmadan devlet kimseden vergi toplayamazdı. Fransız Devrimi’ni ateşleyen sorunlardan biri ve belki de en önemlisi, yine aynı şekilde meşruiyeti sorgulanan vergilerdi. 

 Klasik bir liberal devrim modeli olarak 1789 Fransız Devrimi örnek gösterilecekse, 1908 Devrimi bir anlamda “geç kalmış” liberal bir devrimdi. 18. yüzyıl sonunda Fransa’da başlayan ve dalga dalga önce Avrupa’nın diğer ülkelerine, sonra da dünyaya yayılan özgürlükçü düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmış bir dönüşümün halkalarından biriydi. 

1905’te Rusya’daki devrimin ardından 1906 yılında İran’da gerçekleşen ve mutlakiyetçi, otokratik rejimlere karşı çıkışı simgeleyen devrim çabalarından da konjonktürel olarak hayli etkilenmiş olmasına rağmen 1908 Devrimi’nin “esas” ilham kaynağı 1789 Fransız Devrimiydi. Bu etki öylesine güçlüydü ki, 1908 Devrimi’nin sloganları bile 1789’daki özlemlerin aynısıydı: 

“Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” -yani “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ya da Fransızca orijinaliyle. “Liberte, Egalite, Fraternite.” Fransız Devrimi’nin bu üç belirgin sloganına Türkiye’deki devrimciler bir de “Adalet” sloganını eklemişlerdi. 

11. Abdülhamid dönemi istibdat rejiminin tüm hoşa gitmeyen yönleri arasında, devlet bürokrasisinin özellikle yüksek kademeleri içerisinde, toplumda adalet ve namus inancını sarsan haksızlık ve yolsuzlukların üstü kolayca örtülemeyecek boyutlara ulaşılmış olması da vardı. “Adalet” kavramının rejim tarafından neredeyse tümüyle içinin boşaltıldığı bir ortamda halkın adalet istemesi en az özgürlük, eşitlik ve kardeşlik istemesi kadar gerekliydi. 

Bu sloganlar devrimci hareketi örgütleyen İttihad ve Terakki Cemiyeti tarafından hazırlatılmış, Makedonya’daki devrim taraftarı her evde, devrim günü sokaklara çıkarılmak üzere saklanan bayraklara işlenmişti ve devrimcilerin neyi amaçladıklarının en açık ve seçik deliliydi. Hem devrimin ilk heyecanlı günlerin de, hem de meclis için yapılan seçimlerde bu sloganlar yalnızca Türkler tarafından değil, bu yeni ve özgürlükçü düzende kendilerine saygın bir yer edinerek birinci sınıf vatandaşlık haklarının hepsinden yararlanmak isteyen “tüm” yurttaşlar tarafından da büyük bir inançla ekrarlanacaktı.|virgül  

Kaynaklar:  

Toplumsal Tarih dergisinin 175. Sayısı 

Türkiye Solunun Eleştirel Tarihi 

Ernest E. Ramsaur / 1908 İhtilalinin Doğuşu 

Yayınlama: 11.07.2020
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.