Korkmadan Uyanmak

‘Artık sesimi unuttum, dilimi yuttum. İki kulağım tetikte. Düşman rahat bırakmıyor. Sığınaktayım ve korkuyorum… Tek istediğim bir gece olsun baston sesiyle sıçramadan, korkmadan uyanmak.’

Korkmadan Uyanmak

Aynı sesle kalbim çarparak uyanıyorum.

Tık…Tık…Tık…Tık…Tık…

Bugün de ölmemiş, kahretsin.

Aynı deli ağrı başıma vursa da yaşadığım için yersiz sevinci hissediyorum. Bu duygu çabucak geçiveriyor. Onun yaşaması beni kızdırıyor. Evet.

Ne utanç verici, insanlık dışı, ama öyle! Yaşamasın, istemiyorum!

Yatağından kalktı. Dengesini sağlamak için kendine gelmeyi bekliyor. Sağ ayağını attı, diğerini sürüyor. Tahta, ince sopanın ucunu vuruyor yere.

Tık tık… Avuçları bastonun sapını tutmuş sıkıca. Banyoya doğru yürüyor. Ceviz ağacının gövdesinden kopup gelmiş zarif dal parçası kulak tırmalayan sesle kabalaşıyor.

Adımları yavaş, yine hasta, dişlerini sıkmış ağrıdan, ilaç kutusunu karıştırıyor besbelli.

Uykuya tekrar dalmam çok zor. Başımı yastığın üstünde çevirdikçe saçlarım yüzüme batıyor. Bacaklarım uzun, kollarım fazla geliyor. Kulaklarımda çınlayarak yayılıyor.

Tık… Tık… Tık… 

Ayakucumda duran saten sabahlık kalkmamı, gece lâmbası ışığı yakmamı, kâğıtlarım, kalemlerim yazmamı bekliyor. Hayatım yorgun romanı, sönük hikâyeyi andırsa da diyalogları başarısız, sonu belirsiz, yavan, tek mekânlık oyuna daha çok benziyor. Sahnede o, sahne ardında ben. Sufle verense bir baston, kısa tıklarla…

Musluk açıldı. Uzun süre ellerini yıkıyor ya da suyun akmasını seyrediyor mermere dayanarak. Parmaklarını defalarca yıkarken suya övgüler yağdırıyor. Her anını uzatarak, yaptığı her eylemi anlamlandırarak yaşıyor. Havludan gelen lavanta kokusunu içine çekip nefes alıyor olmasına sevinerek ellerini kuruluyor.

Sadece dinliyorum.Tuğla siperin ardına saklanarak soğuk, katı bölünmüş hayatımıza bakınca yüreğim daralıyor. Yüz yüze gelmekten, işiteceklerimden, bana baktığı acımasız, ezici ifadeden ürküyorum. Karşısına çıkmak için kendimde bulamadığım gücü, yitirdiğim cesareti düşünüyorum.

Yine tek çarem yazmak, kelimelere sığınmak…

Şartları iyileştirilmiş, temel ihtiyaçları karşılanmış da olsa özgürlüğüm tartışılır. Dışarıda devam eden yaşamdan kopuk, koparılmış yaşıyorum. Ona bir şey olursa, şekeri, tansiyonu yükselirse… Sokaklarda nefes nefese yürüdüğüm, yalnız kalınca bir şey olacak korkusuyla boğuşa boğuşa yoruldum. Hiçbir zaman memnun edemedim, sivri diliyle doğradı, yaraladı beni.

Bunları yazmak hoşuma gitmiyor elbette. Utandığımsa yalan. Onun var olduğunu bilmek, şu duvarın gerisinde olduğunu bilmek bile yetiyor. Hayatlarımızı tek sıra halinde örülmüş ince bir parça ikiye bölse de sıvanmış, renklenmiş tuğlalar sesleri saklayamıyor. 

Yaşadığına dair izleri aramak, bulmak ne tuhaf duygu… Öfkeyle karışık, ince bir sızı… Taşıdığım duyarlı kalbin etkilerinden kurtulamadım. Tanımadığım biri için endişelenmek çocukluktan kalma bir alışkanlık mı, söküp atamadığım kırgınlıklar, hassaslıklar, gözlerimde akmaya hazır yaşlar, tarif edemediğim durumlardan sadece birkaçı.

Adı her neyse? Yazmakla bitmiyor. Sayfalar boyu ben, ben. Doğrularım, yanlışlarım, isteklerim. Bir hayat kaç deftere sığar, kaç cümle özetler acıları, kırıklıkları, yaşanmamışlıkları…

Kendimden kaçamadığım, sığındığım bu odada düşündüm, ağladım, sordum, sorguladım… Olmadı…

Tık… Tık…Tık…

Salonda, koridorda geziniyor. Aklımda, zihnimde, sinir uçlarımda… Aynı ses.

Yakın gözlüğünü arıyor ya da televizyon kumandasını. Düşmekten korkarak ağır ağır yürüyor. Kapımı yumruklayıp ne uykusu, kalk yardım et bana, diyemiyor. Kendi işimi görüyorum, sana muhtaç değilim, diyor resmi geçitteki sert bakışlı asker edasıyla. Tek kişilik bandosunda ritim bozulmadan sürüyor.

Tık… Tık…Tık…

İyi misin, demeyeli ne kadar oldu, en son ne zaman konuştuk. Unuttum.

“Ölüyorum, sen de hiç merhamet yok mu,” dedi.

Ambulans sirenlerinde kalbim durdu. Hastane koridorlarında kaç kez öldüm, kaç kez dirildim.

Ölmedi. Kaldığı yerden devam etti. Verdiği emekleri, yaptığı fedakârlıkları tekrarladı. Emirler yağdırdı. Ben, etrafında dolanan, çırpınan, yalvaran ben.

Sonunda geri çekildim. Tek kanatlı, yüksek ahşap doğramayı sınır hattı yaparak, buraya sığındım.

Tık… Tık…Tık…

Çekmeceleri açıp kapatıyor. Gıcırdayan şişmiş maun parçayla kavga ediyor. Yeri sabit, duruşu kesin, ehlileşmiş eşyaları ona karşı koyamaz. Hele bir tansiyon aleti.

Asla… Kontrolünü kaybetmemeye çalışıyor. Gözü kararmasın, kolu uyuşmasın. Dikkatli, aklı başında. Konsolun kenarına tutunuyor. İlaçları yirmi dakikaya kanına karışarak sağlığını geri verecek. Yüz yaşını gören büyükannesi gibi ömrü uzun olacak.

Yaşam ve ölüm; beynimin içinde iki ordu gibi. Kıyasıya savaş veren galibi belli olmayan taraflar. Sıcak değil bu savaş; soğuk ve bitmeyecek! Aramıza yıllardır gerilen koptu kopacak kavga… İmzalanamayan ateşkes, barışın önündeki engeller…

Pencereyi açıyor. Salonu havalandırıyor her sabah olduğu gibi. Saatlerini programlayarak, günlük, haftalık, aylık listelere sıkıştırdı. Eskimeyen hiç değişmeyen maddeleri ezberimde duruyor.

Yapılacak işler, alınacak nefes, susulacak yerler, sevilecekler, sevilmeyecekler, uzak durulacaklar. Kaşını kaldırma, dik dur, kıpırdama… Her şeyi unutuyorum ya da hatırlıyorum gereksiz ayrıntıları.

Evin içinde dolanıp her eşyanın başında durarak hikâyeler yakıştırmak… Bak Paris hatırası. O gün hava yağmurluydu. Otelden çıkar çıkmaz başlamıştı. Ellerimin arasında demirden dört ayaklı kulenin soğukluğunu hissederek o anı yeniden yaşamaya zorlasam ne değişecek. Ters çevirdiğim kar küresinden boşalan beyaz damlalar gülümsemem için yeterli mi? Süresi belirlenmiş yolculukların ağır, bulanık kasveti üstümde. Gitmek için hevesli yüreğim dönüşte buruk, ezilmiş olarak döndü hep. 

Gelmemi özlemle beklemedi, kollarını açmadı.

Kendimi mahkûm ettiğim bu küçük yerde zamanı öldürdüm. Öldürmek zorundaydım. Ya zaman, ya ben, ya o…

Tık… Tık… Tık…

Çok sıkıldım. Saçmaladım. Eşyalara dil, göz, ağız yaptım. Onlarla kavga ettim. Ne bakıyorsunuz bön bön? Ne var halimde? Örtüleri, perdeleri rüzgârda savurdum. Apartman boşluğundan mevsimlere baktım. Kedilerin kuyruğunda masallar uydurdum. Başını okşamayı hayal ettim, yumuşak tüylerini hissetmeye çalıştım.

Kendimden ne kadar emindim. Gençtim, toydum.Yaşlanıp hastalandığını kabul edemedim. Bunamak ne demek, dedim. Kafasını inatla kaldırmış, sinirden çenesi titreyen keçiydim. 

Mutfağa geçti. Kahvaltı hazırlıyor. Çaydanlığı ocağın üstüne yerleştirdi. Acıkmış olmalı. Ne yiyecek sanki? Şekersiz çay, tuzsuz peynir, kepek ekmeği. Üstüne bir avuç ilaç. Bir yudum suyu boğazından akıtmak. Tıkanmamak için bir yudum suda boğulmamak için özenli. Masaya sertçe bıraktı bardağı.

Tak… Tak…

Zaptedemediği parmaklarıyla, tutamadığı eşyayla verdiği mücadele…

Bastonunun sesi, bardağın sesine karıştı. 

Tık… Tak… Tık… Tak…

Beynimin içinde yankılanıyor. Zonkluyor derin derin. . .

Ağrılı, sancıyan başımı kaçınılmaz son bekliyor. Biliyorum. Her gece uyanıp tıkırtıların kesilmediğini duya duya ölümcül bir yumru içimde filizlenmeye başlayacak, milim, santim derken zehirli hücreler çoğalacak.

Başarısız yaşam hikâyemin bitmesi için aradığım son sahneleri güçsüz, hasta ellerim yazamayacak belki de. Sonra…Birinin eline geçecek defterim.

Sayfaları çevirip okudukça ağıda benzeyen satırları, isyanı, öfkesi zangır zangır cümlelerim ona bir şey ifade etmeyecek. Bastonun tık tıklarını duyup irkilerek titremiş hecelerimle alay edecek. Cümlelerimi basit, içi boş bulacak şüphesiz.

“Artık sesimi unuttum, dilimi yuttum. İki kulağım tetikte. Düşman rahat bırakmıyor. Sığınaktayım ve korkuyorum. Kalesinde ölümü bekleyen tutsak gibiyim. Unuttuğum özgürlüğün hayalini kuramıyorum. Tek istediğim bir gece olsun baston sesiyle sıçramadan, korkmadan uyanmak.

Tık… Tık… Tık…

Kesilecek bir sabah.”

Yayınlama: 18.02.2019
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.