Biraz Ege, Biraz Yeşilçam ve Biraz da Viyana
Adres ararken bulduğun başka bir yer, aradığın adresi unutturabilir.
Çok acıkınca bir titreme gelir ya, öyle bir şey oldu.
Uzun bir adres araması sonrasında, Avusturya’nın en eski gazetesinin binasının önünden geçerek, titremeye neden olan açlık hissini giderebileceğim bir yer arıyordum.
Belediyeden kiralanmış park alanına kurulmuş bir bahçe gözüme ilişti.
Kalabalık, çok çocuklu bir grup neşeli bir şekilde yemek yiyordu.
Yaklaştıkça konuşmaların Türkçe olduğunu anladım.
Dedim tamam, burası, burada titremeye neden olan açlığı alt edebilirim.
Hemen bahçeye oturdum.
Genç bir garson geldi, Almanca sordu, Türkçe istediklerimi söyledim.
En hızlı gelebilme ihtimali olan köfte ve patates kızarması siparişi verdim.
Sadece açlıktan başlayan bir titremenin sonlandırılması için, ne olursa olsun yiyebileceğim bir durumdayken, mükemmel bir köfte yemiş oldum.
Köftelerdeki baharat uyumu, yani baharatlar uyum içerisinde dans etmişler ama asla köftenin asıl tadının önüne geçmemişler.
Yemeğim bittikten sonra, ‘’ne olacak bu memleketin hali’’ gibi bir başlık altında yazdığım makaleye devam etmek istedim.
Ama ne mümkün.
Yan masada çocuklar okul derslerinden bahsediyorlardı. İngilizce dersinde sorun yaşayan öğrencimiz, sorular soruyor, ister istemez sorduğu soruların dış kapının dış mandalı olarak müdahil oluyordum.
Aklıma Virgül’ün en genç yazarı geldi. Keşke Deniz burada olsaydı dedim.
Deniz İngilizce konuşmayı çok sever. Bak öyle böyle değil ama, Eyalet okullar arasında İngilizce yarışmasında dereceye girmişliği bile var.
Yazacağım yazıya odaklanamayınca, cafenin içerisine girerek orada devam ettim.
İçerisi bana Yunanistan ve İzmir’de yok olamaya yüz tutmuş cafeleri hatırlattı.
Mavi rengin eksikliği hemen hissediliyordu.
Oysa siyah beyaz fotoğraflar açık mavide kendisini ne kadar da Akdeniz gösterirdi.
Evet cafenin içerisinde her duvarda siyah beyaz fotoğraflar asılı.
Tam karşımda Kadir İnanır o meşhur bıyığının altından gülücük atıyordu.
Yan tarafımda Kemal Sunal’ın masum, saf ve şaşırmış bakışı duruyordu.
Eşkıya filminin meşhur Şener Şen, Uğur Yücel sahnesi yanı başımda, tekrardan ”o çiçeğe konan arı ben olacağım” diyordu.
Müslüm Gürses’in mikrofona yan eğilerek söylediği, Paramparça şarkısını duyar gibiyim.
Emel Sayın, Tarık Akan’ı paralelden kesiyor.
Muhammet Ali demir yumruklarını yine sallıyordu.
Filiz Akın’ın çözemediğim güzelliği ve asaleti uzak duvardan biraz dışarı, biraz bize bakıyordu.
Zeki Müren’in TRT’ye çıkmak için cicilerini çıkarttığı ve takım elbiseli fotoğrafı tam karşımda duruyor ama Müslüm Gürses’e bakıyordu.
Adile Naşit, Ediz Hun, gibi yüzlerce fotoğraf duvarlarda bize, bizde onlara bakıyoruz.
Karşı duvar daha da etkileyiciydi, Ruhu Su, Mahsuni Şerif, Aşık Veysel, Neşet Ertaş bizi aşka bizi anılara bizi düşünmeye itiyordu.
Konuşmalardan duyduğum kadarıyla, yemekler ev yapımıymış.
Hatta mantı bile varmış.
Kimler işletiyor bilmiyorum, tanışmadım da, fotoğrafları da gizli çektim.
Sizin de bir gün yolunuz 3. Viyana’ya düşerse
‘’Grammophon Bistro Cafe’’ ye uğramanızı tavsiye ederim. (virgül.at)