Viyana’da tesadüfen çekilen bir fotoğrafın aklımıza getirdikleri
Gizlenmenin ve göz önünde olmanın aynı anda mümkün olduğu Viyana’da, Yalnızlığın tam da her türlü iletişim aracına sahip olduğumuz bir çağda temas etmeye olan korkumuzla nasıl çoğaldığını görüyoruz
Mutsuzluk ve yalnızlık modern çağın en büyük sorununu oluşturuyor.
Hakiki yalnızlık, başkasının acısını hissetmeye çalışırken ona verdiğimiz tepkinin yetersiz kalmasıyla başlıyor belki.
Hepimizin kendisine dönük “biricikliği” bizi diğerlerinden uzaklara savuruyor.
Viyana tutkulu, acımasız ve esaslı bir kent. Bu kentte, yalnızlık kalabalık bir şeydi ve kendi içinde bir şehirdi.
‘’Biri bir şehirde yaşamaya başladı mı ilk başlayacağı nokta kaybolmak olur.
Zamanla kafanızda bir harita oluşmaya başlar, sevdiğiniz yerler ve tercih ettiğiniz yollardan oluşan bir koleksiyon:
Başka bir kişinin asla kopyasını çıkaramayacağı ya da çoğaltamayacağı bir labirent.
O yıllarda inşa etmekte olduğum ve şimdilerde de devam etmekte olan şey bir yalnızlık haritası…
Yalnız olmak ne demekti ve bu yalnızlık insanların hayatlarında nasıl işlev görüyordu anlamak istedim.
Anlayayım ki sanat ile yalnızlık arasındaki karmaşık ilişkinin şemasını çıkarmaya teşebbüs edebileyim.
Olivia Laing ‘’Yalnız Şehir’’ kitabında böyle tarif ediyordu yalnızlığı.’’
Mutsuzluklarımıza bir dayanak istenci ararken, her geçen gün eklenen yeni bir mutsuzlukla karşı karşıya kalıyor ve bizi hayata bağlayan halattın yavaşça kopmaya yüz
tuttuğunu görüyor, ama izlemekten öteye geçemiyoruz…
Yaşadığımız bu paradokstan kurtulmak için, psikolojik ilaçlara sarılıyor ve kişisel gelişim kitaplarından umut bekliyoruz.
Hiç bir sonuç elde edemediğimiz gibi, daha büyük bir çıkmazın içine hapsediliyoruz…
Toplumdan uzak, duvarların arasında yaşadığımız mutsuzluklar, ne kadar bireysel görünse de özüne indiğimiz de, toplumsal bir mutsuzluk ve toplumsal bir yalnızlık yaşıyoruz.
İnsanlık tarihinin meydana getirdiği iyi ve güzel değerler , meta haline getirilerek hızla tüketilirken; doğaya, topluma ve duygulara hızla yabancılaşıyoruz.
Ortaya çıkan boşluk derinleştikçe mutsuzluk ölçütü aynı miktarda çoğalıyor.
Maddiyat için, manevî değerler ayaklar altına alınıyor.
İnsan ilişkilerini, kapitalist ahlâk anlayışı belirliyor..
Duygular, istekler uğruna pazarlanıyor.
Tüketilen duyguların ve düşlerin yerini kocaman bir boşluk oluşturuyor.
Düşlerin yerini sadece zengin olma hayalleri ekleniyor.
Mevcut sistemin koşullarına aykırı da olsa, bir afyon görevi üstleniyor.
Buna rağmen artan beklentiler ve mevcut sistemin gerçekliği, medeniyetin yaratığı duyguların hızla tüketilmesi, ortaya çıkan boşluğun yerine alternatif bir şeyin sunulamaması ve her geçen gün artan ekonomik krizler; toplumu ruhani bir bunalıma sürüklüyor.
Kapitalizm, yarattığı suni amaçlarla, mutluluğu vaat etse de; daha büyük bir mutsuzluğu doğuruyor.
Kredi sistemiyle borçlandırılarak; birey düzene entegre edilirken, güvencesiz ve tahammül edilmesi zor iş koşullarına katlanma mecburiyetini oluşturuyor.
Ve aşırı tüketim ayrılıkları, ayrılıklar yalnızlıkları doğuruyor.
“Ayrılık sadece tam şu anda onu tek başına bırakmakla kalmamış daha ziyade hep tek başına olmuş olduğunun ve her zaman tek başına olacağının bilincine varmasını sağlamıştır.
Ve bu idrak yalnızca onunla ilgili değil herkesle alakalıdır.” Diyordu Lars Svendsen ‘’Yalnızlığın Felsefesi’’ kitabında.
Dostoyevski’nin “Yeraltından Notları”ndaki kahramanının sevilmek için “ben burdayım” diye bağırmasındaki hazin yalnızlık girdabı,
Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”nın kahramanı gibi gibi asla bulunamayacak bir aşk ideali oluşturarak taammüden yalnızlaşmak,
Rilke’nin sözleriyle, “iki yalnızlığın karşılıklı koruyuşundan, dokunuşundan ve selamlaşmasından oluşan bir aşka” ulaşmak, aşkın yalnızlığı yok edeceği yanılsamasına kapılmak ya da D.H. Lawrence’ın hatırlattığı gibi, her şeyin başkalarıyla olan ilişkimize bağlı olduğu gerçeğini kabullenmek.
Hepsi mümkün ve hepsi insan için birer ihtimal.(virgül.at)
foto:virgül.at