Ataerki, bugüne kadar bilinenden farklı bir şekilde mi ortaya çıktı?
Son birkaç yılda, “Patriyarklar” adlı kitabım için insan toplumunda ataerkilliğinin kökenlerini anlamak üzere dünyanın birçok yerini dolaştım. Anladım ki, erkeklerin nasıl bu kadar güce sahip olduklarına dair pek çok efsane ve yanlış kanı olsa da gerçek tarih, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliğine nasıl ulaşabileceğimize dair veriler de sunuyor.
İnsanların kendilerini örgütleme biçimlerinin aslında hayvanlar aleminde pek fazla benzeri yok. “Babanın yönetimi” anlamına gelen “ataerkillik” kelimesi, uzun zamandır erkek iktidarının ailede başladığına ve erkeklerin hane reisi olarak gücü babalardan oğullara geçirdiğine dair inanışı yansıtıyor.
Ancak primatlar dünyasında bu durum yok denecek kadar az. New Mexico Üniversitesi’nden antropolog Melissa Emery Thompson’ın da gözlemlediği gibi, primatlarda nesiller arası aile ilişkileri babalar değil anneler aracılığıyla düzenleniyor.
İnsanlar arasında da ataerkillik bütün toplumlarda geçerli evrensel bir düzen değil.
Antropologlar Amerika, Afrika ve Asya’da insanların nesiller boyunca annelerinin ailelerine ait olduğu ve mirasın anneden kıza geçtiği en az 160 anasoylu toplum tespit etti.
Bu toplulukların bazılarında tanrıçalara tapılır ve insanlar hayatları boyunca anne evlerinde kalırlar.
Örneğin güneybatı Çin’deki Mosuo erkekleri kendi çocukları yerine kız kardeşlerinin çocuklarını büyütmeye yardım ederler.
Genellikle anasoylu topluluklarda güç ve nüfuz kadınlar ve erkekler arasında paylaşılır. Gana’daki anasoylu Asante topluluklarında liderlik, ana kraliçe ile onun seçilmesine yardımcı olduğu bir erkek şef arasında paylaştırılmıştı.
1900 yılında Asante hükümdarı Nana Yaa Asantewaa, ordusunun İngiliz sömürge yönetimine karşı isyanına önderlik etmişti.
Çatalhöyük örneği
Tarih öncesinin derinliklerine indikçe, daha çeşitli toplumsal örgütlenme biçimleri görüyoruz. Bir zamanlar büyüklüğü ve karmaşıklığıyla dünyanın en eski şehri olarak tanımlanan, günümüz Konya’sında yer alan 9.000 yıllık Çatalhöyük’te, hemen hemen tüm arkeolojik veriler, insanların yaşamında cinsiyetin çok fazla fark yaratmadığı bir yerleşime işaret ediyordu.
2018’e kadar Çatalhöyük Araştırma Projesi’ni yöneten Stanford Üniversitesi’nden arkeolog Ian Hodder’a göre, “Arkeologların kazdığı çoğu yerde, kadın ve erkeklerin farklı yaşamları, farklı yiyecekleri ve farklı diyetleri olduğunu görürsünüz. Ama Çatalhöyük’te böyle bir durum yok.”
İnsan kalıntılarının analizi, kadın ve erkeklerin aynı beslenme düzenine sahip olduklarını, içeride ve dışarıda yaklaşık aynı miktarda zaman geçirdiklerini ve benzer türde işler yaptıklarını gösteriyordu. Cinsiyetler arasındaki boy farkı bile çok azdı.
Ayrıca kadınlar da görünmez değildi. Çatalhöyük’te ve tarihsel olarak aynı dönemlere denk gelen diğer alanlardaki kazılarda, bugün yerel arkeoloji müzelerini dolduran çok sayıda kadın figürü ortaya çıkarıldı.
Çatalhöyük buluntusu olarak bugün Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen Oturan Kadın bunların en ünlüsü. Kadının kollarının altında leopara benzeyen iki kedi vardır ve sanki onları evcilleştirmiş gibi dosdoğru ileriye bakmaktadır.
Çatalhöyük’teki görece cinsiyet ayrımı yapmayan yaşam tarzının sonsuza kadar devam etmediği açık. Binlerce yıl boyunca, sosyal hiyerarşiler günümüz Avrupa, Asya ve Orta Doğu’sunu kapsayan bu geniş bölgeye yavaş yavaş yayıldı.
Binlerce yıl sonra antik Atina gibi şehirlerde tüm kültürler kadınların zayıf olduğu, güvenilmemesi gerektiği ve eve hapsedilmesi gerektiği yönündeki kadın düşmanı mitler etrafında şekillendi.
Peki bu nasıl oldu, neden kaynaklandı?
Antropologlar ve filozoflar tarımın kadın ve erkek arasındaki güç dengesinde bir kırılma noktası olup olamayacağını sorguladı
Tarım çok fazla fiziksel güç gerektirir. Tarımın başlangıcı aynı zamanda insanların hayvanları evcilleştirdiği, sığır gibi mülkler edinmeye başladığı zamandır.
Bu teoriye göre, bazı insanlar diğerlerinden daha fazla mülk edindikçe elit bir tabaka ortaya çıktı ve bu da erkekleri servetlerinin meşru çocuklarına geçeceğinden emin olmalarını sağlayan bir düzen kurmaya itti. Böylece kadınların cinsel özgürlüğünü kısıtlamaya başladılar.
Bu teoriyle ilgili sorun, kadınların her zaman tarımda çalışmış olmasıdır. Örneğin eski Yunan ve Roma edebiyatında mısır biçen kadınların tasvirleri ve çoban olarak çalışan genç kadınların hikayeleri anlatılır.
Birleşmiş Milletler verileri, bugün bile dünyadaki tarımsal işgücünün ve düşük gelirli ülkelerdeki küçük ölçekli hayvancılık yönetiminin neredeyse yarısını kadınların oluşturduğunu gösteriyor.
Dünyanın her yerinde işçi sınıfına mensup kadınlar ve köleleştirilmiş kadınlar her zaman ağır el işçiliği yapmışlardır.
Ataerkilliğin kökeni açısından daha da önemlisi, tarihsel veriler, cinsiyete dayalı baskının bariz kanıtları ortaya çıkmadan önce de bitki ve hayvanların evcilleştirildiğini gösteriyor.
Hodder, “Çiftçiliğe başlar başlamaz mülk sahibi olunduğu ve dolayısıyla kadınların mülk olarak kontrol edildiği şeklindeki eski düşünce kesinlikle yanlış” diye açıklıyor. Bu bakımdan zaman çizelgeleri örtüşmüyor.
Devletin rolü
Kadınların kategorik olarak erkeklerden farklı muamele gördüğüne dair ilk belirgin işaretler çok daha sonra, antik Mezopotamya’daki ilk devletlerde, günümüz Türkiye, Irak ve Suriye sınırlarında bulunan Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki tarihi bölgede ortaya çıkıyor.
Yaklaşık 5 bin yıl önce, güney Mezopotamya’daki Sümer kenti Uruk’a ait idari tabletler, nüfus ve kaynakların ayrıntılı listelerini tutmak için büyük çaba sarf edildiğini gösteriyor.
Araştırmaları erken dönem tarım devletlerine odaklanan Yale Üniversitesi’nden siyaset bilimci ve antropolog James Scott, “İnsan gücü genel olarak gücün anahtarıdır” diyor.
Bu ilk toplumlardaki elitler, kendileri için fazla kaynak üretecek ve devleti savunacak, hatta gerekirse savaş zamanlarında hayatlarını feda edecek, insanlara ihtiyaç duyuyordu.
Nüfus seviyelerini korumak, aileler üzerinde kaçınılmaz bir baskı oluşturuyordu.
Zamanla genç kadınların giderek daha fazla çocuk, özellikle de savaşmak üzere yetiştirilecek erkek çocuk sahibi olmaya odaklanmaları bekleniyordu.
Devlet için en önemli şey, herkesin erkek ya da kadın olarak kategorize edildiği şekilde rolünü oynamasıydı.
Bireysel yetenekler, ihtiyaçlar ya da arzular önemli değildi.
Savaşa gitmek istemeyen genç bir erkekle başarısız olduğu için alay edilebilir; çocuk sahibi olmak istemeyen ya da annelik yapmayan genç bir kadın doğaya aykırı olduğu için kınanabilirdi.
Amerikalı tarihçi Gerda Lerner’in belgelediği üzere, o döneme ait yazılı kayıtlar, kadınların kamusal iş ve liderlik dünyasından yavaş yavaş kaybolduğunu ve anneliğe ve ev içi emeğe odaklanmak üzere ev içine itildiğini gösteriyor.
Bunun yanı sıra, kız çocuklarının kocalarının aileleriyle birlikte yaşamak üzere büyüdükleri evi terk etmelerinin beklendiği erkek merkezli evlilik uygulaması da kadınları marjinalleştirdi ve onları kendi evlerinde sömürü ve istismara karşı savunmasız hale getirdi.
Zamanla evlilik, kadınları da çocuklar ve köleler gibi kocalarının malı olarak gören katı bir yasal kuruma dönüştü.
Yani tarih ataerkilliğin aileyle değil, ilk devletlerde iktidarı elinde bulunduranlarla başladığına işaret ediyor.
Tepeden gelen talepler aileden aşağı süzülerek en temel insan ilişkilerinde, hatta ebeveynler ve çocukları arasındaki ilişkilerde bile kırılmalara yol açtı.
Normalde sevgi ve destek ilişkileri olması gereken kişiler arasında güvensizlik tohumları ekti. İnsanlar artık kendileri ve kendilerine en yakın olanlar için değil, ataerkil devletin çıkarları için yaşıyordu.
Bugün de Hindistan ve Çin gibi geleneksel ataerkil ülkelerin bir özelliği erkek çocuk tercihidir ve bu, cinsiyet oranlarının büyük ölçüde çarpıklaşmasına yol açmıştır.
Hindistan’da 2011 yılında yapılan nüfus sayımına göre her 100 kız çocuğuna 111 erkek çocuk düşüyor ama veriler, sosyal normların kız çocukları lehine değişmesiyle bu rakamların iyileşmekte olduğunu gösteriyor.
Ataerkil evliliklerde kadınların sömürüsü devam ediyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bunun en uç versiyonu olan zorla evliliği, 2017 yılında ilk kez modern köleliğin bir biçimi olarak tanımladı.
2021 tahminlerine göre dünya genelinde zorla evlendirilmiş olan 22 milyon kişi var.
Tıpkı sınıfsal ve ırksal baskının tarihsel olarak iktidardakiler tarafından doğalmış gibi yansıtılmasında olduğu gibi, cinsiyetçi düzeninin normal, hatta doğal görünmesini sağlamak ataerkil devletin yol açtığı kalıcı psikolojik hasar oldu.
Bu sosyal normlar, kadınların evrensel olarak şefkatli ve besleyici olduğu ve erkeklerin doğal olarak şiddet yanlısı ve savaşa uygun olduğu fikri de dahil olmak üzere günümüzün toplumsal cinsiyet klişeleri haline geldi.
Ataerkillik, insanları kasıtlı olarak dar toplumsal cinsiyet rollerine hapsederek sadece kadınları değil, pek çok erkeği de dezavantajlı duruma düşürdü. Buradaki niyet sadece en tepedekilere, yani toplumun elitlerine hizmet etmekti.
Bu, güvensizliği ve istismarı besleyen çarpık bir sistemdir. Dünyanın dört bir yanındaki toplumsal cinsiyet eşitliği hareketleri, insanların ataerkil toplumlarda yüzyıllardır yaşadığı toplumsal gerilimin belirtileridir.
Siyaset teorisyeni Anne Philips’in yazdığı gibi, “Biraz şans verilen herkes, eşitlik ve adaleti, eşitsizlik ve adaletsizliğe tercih edecektir”.
Ataerkilliğe karşı mücadele zaman zaman ürkütücü gelse de, insan doğasında, daha farklı bir yaşam süremeyeceğimize dair hiçbir şey yoktur.
Toplumu bu hale getiren insan, onu yeniden şekillendirebilir.
* Angela Saini bilim konusunda yazan ve dört kitabı olan bir gazeteci. Bu makale, Orwell Ödülü için kısa listeye giren “The Patriarchs: How Men Came to Rule” adlı son kitabını temel almıştır.|BBC