Doğruların yanlışı, yanlışların doğrusu
| Derleyen Adem Hüyük
Doğrularımız gerçekten doğru mu?
Doğruyu var eden yanlıştır – yanlışın olmadığı yerde doğrunun bir anlamı kalır mı?
Peki yanlış neye ve kime göre yanlış?
Mutlak doğru veya yanlış var mıdır?
Aynı anda iki doğru veya iki yanlış olabilir mi?
Felsefede, ontoloji “ne vardır?” sorusu ile ilgilenirken, epistemoloji, varolanın bilinmesi ile ilgilenir. Bir şeyi bilmek onu “doğru” olarak bilmektir.
“Yanlış” dediğimiz bir şeyi bildiğimizi iddia etmeyiz. Elbette, bir önerme biz bilmeden de doğru olabilir, ancak, bizim için, bildiğimiz bir şeyin yanlış olması söz konusu olamaz.
Bu durumda, doğru nedir?
Bir kimse doğru konuştuğunda, konuşmasını doğru yapan şey nedir?
Günlük hayatta bu tür sorularla muhatap olmayız sanıyoruz. Ama bu soruları pratik olarak yanıtlayarak yaşıyoruz.
Bir şeyin doğru mu yanlış mı olduğu konusunda kafa karışıklığı yaşadığımız zaman tek mesele, doğru veya yanlış üzerine yaptığımız yanlış/yetersiz analizler değildir.
Doğru olduğu zannedilen yanlışlar, yanlış olduğu zannedilen doğrular üzerinden ilerleyen mantık yanılgısı, asıl meseleden bizleri uzaklaştırmaktadır.
Bu anlamda; Yanlışın tam da yanlış oluşunda bir doğruluk bulunur mu? Doğrunun tam da doğru oluşunda bir yanlışlık bulunur mu?
Dostoyevski’nin Ezilenler kitabından alıntı sanılan ama öyle olmayan ve yine kaynağı bilinmeyen şu sözler üzerinden makalemize devam edecek olursak.
“Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu aslanın bir ceylan yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi.
Aynı hikâyeyi ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı.”
Aynı eyleme farklı acıdan bakmak, doğru/yanlış değer yargılarımızda nasıl etki yaptığını bariz bir şekilde ortaya seren bu örnek, bizleri yine doğru ve yanlış karşısındaki hükmümüzde çıkmaza sokmaktadır […]
“Mutlak doğru” terimi, felsefi bir kavramdır ve mutlak gerçeğin, değişmez ve evrensel bir gerçeklik olduğunu ifade eder. Öte yandan, “Mutlak doğru” fikri, felsefi tartışmalara ve metafizik konulara yönelik bir konudur ve herkes tarafından kabul edilmemiş veya kesin olarak tanımlanmamıştır.
Günlük pratik yaşantımızdaki davranışlarımızın doğruluğunu veya yanlışlığını belirleyen, neden-sonuç çıkarımlarımı yoksa, toplum tarafından kabul gören sonuçlar mıdır?
Çocukken annemin kıssadan hisse anlatımlarından aklımda kalan;
“ Bir çeşme başına gelen atlı bir yolcu su içmek ister ve atını bağlayacağı bir yer olmadığını fark eder ve yere bir ağaç dalını çakarak atını bağlar. Su içtikten sonra atını bağladığı kazıktan çözer ve kazığı, bir sonraki gelende atını bağlasın diye yerinden sökmez. Ancak bir sonra çeşmeden su içmek için gelenin atı yoktur ve kazığa takılarak düşer. Bunun üzerine, benden sonra galen takılıp düşmesin diye kazığı yerinden söker.”
Bu sözler, bana yapılan eylemden çok, eylemin hangi niyetle yaptığının doğru olduğunu gösteriyor. Ancak, doğru yapılan bir eylemin yanlış sonuçları, doğruyu bağlamadığı anlamının çıkması, doğrunun yanlış karşısında zafer kazanması anlamına da gelmiyor. Zira, doğru bir niyet sonucunda var olurken, eylem sonucunda yanlışa neden olabilmektedir.
Yanlış teşhisi koymak her zaman çok kolay yapılan olmakla beraber, aynı zamanda en acımasız yargılarında sorumlusudur. Aslında bir şey karşısında yürütülen yargı sonucunda varılan en yakın mesafede “yanlış” durmaktadır. Yanlış aynı zamanda bir karşı duruş sergilemek anlamına geldiğinden, yetersiz insanlar tarafından özgüven takviyesi olarak kullanılmak suretiyle, tutarlılık ve kararlılık kamuflajı olarak kullanılmaktadır.
“Yanlış” kavramı, bir ifadenin gerçeğe veya doğruya uygun olmadığını ifade eder. “Mutlak” ise, değişmez veya evrensel anlamda kesin olanı belirtir. Dolayısıyla, bir şeyin yanlış olması, o şeyin mutlak doğru olmadığı anlamına gelir. Ancak, mutlak doğruluğun kendisi sıklıkla tartışmalı bir kavramdır. Çünkü mutlak doğruyu tanımlamak ve belirlemek zor olabilir, çünkü bilgi ve algılar zamanla değişebilir veya farklı bakış açılarına göre farklılık gösterebilir.
Peki doğru sadece iki kere ikinin dört etmesi miydi?
Peki dört, sadece iki kere ikinin sonucu muydu? Değildi, dört kendi başına önerilen bir doğruydu çünkü…
Bir kimse doğru konuştuğunda konuşmasını doğru yapan iki şey vardır: Anlam ve gerçek…
Ancak, anlam zihinde, gerçek ise dış dünyadadır. “Benim iki kardeşim var” tespiti, benim iki kardeşim varsa doğrudur örneğinde olduğu gibi.
İnsan doğru karşısında her zaman ezilmiş ve yanlışı doğruya devşirmeye çalışmıştır. Çünkü doğrunun ahlaki bir çağrışımı vardır. Bu nedenle doğruya olan güvensizlik artmış, doğru kendisini “yalan” üzerinden ispat etmek zorunda kalmıştır.
Hayatın ve benliğin boşluklarını hikayelerden oluşan dolgu maddeleri kullanarak anlamlandırmak isteriz. Yörünge ve yön arayan insan saçılmış bir yıldız tozu gibi un ufak olmamak için kendisine “inançlardan” oluşan bir merkez üssü, fikirlerden yapılı bir yer çekimi yaratır. Bu nedenle inançlar, bilginin bile hakkı olan itibarı göremediği yerde krallığını ilan eder. Böyle e inanç ve fikirler ile kurduğumuz ilişkiler daha yapışkan olur. İnşa ettiğimiz ve üzerine ayak bastığımız koca gökdelenlerin harcıdır onlar. Bu nedenle onlarla aramızda daha duygusal, daha coşkulu, daha tutkulu bir bağ oluşur.
Bu yapışkan tutkuya eklenen bir şey vardır: “Doğrunun tek olduğu ve onu da bizim bulduğumuz” inancı. Dolayısıyla çoğu kişi, dünyanın gerçeğini bulmuş olduğu yanılsaması ile yaşar. Bir şeylerin yanlış olabileceğini düşünmenin sancısı, yanılma ihtimalinin kayganlığı, tutkusuzluk ve belirsizliğin boşluğuna dayanmak istemez. İnançlarla örülü bir yorgan ve doğrulardan yaratılan bir beşik; üşümemizi engeller. “İnsanlık derdinin” şifası (afyonu?) bu olur. Ki insanın en azından bir süreliğine bu tür semptomlara ihtiyacı vardır. Yarattığımız illüzyonlar ve kendimize söylediğimiz yalanlar, hatırladığımız masallar ya da unuttuğumuz gerçekler olmadığında ne ile karşılaşacağımızı biz bile kestiremeyiz.| ©DerVirgül