Avusturya’ya neden göç etmek zorunda kaldık?
Göçün nedenleri ve suçlularını aramak, tanımlamak ve göç edilen ülkenin dönemsel sosyo-ekonomik yapısını irdelemek, neden-sonuç ilişkileri kurmak ve bu tespitleri sürece yayarak bilimsel analizler çıkarmak mümkün…
Ancak çıkartılan her bilimsel sonuç, beraberinde tarihsel olarak siyasi bir eleştiri ve gizlenmek istenen gerçekliği göstereceğinden, “göçün nedenleriyle değil de sonuçlarıyla” gündeme gelmek, her dönem kanun koyucular tarafından tercih edilmiştir.
İkinci dünya savaşına girmeyen Türkiye, ikinci dünya savaşından yenilgiyle çıkan Almanya ve Avusturya’ya 19 yıl sonra sanayinin kalkınması için, istek üzerine misafir işçi göndermesi, buna ihtiyaç duyması tartışmaya kapalı kaldığı gibi gündeme de hiç gelmemiştir.
1964 yılında Avusturya-Türkiye arasında imzalanan işgücü antlaşması, 2024 yılında 60. Yılını “kutluyor” ve bununla övünüyorsa, 2024 yılında dahi Türkiye’de yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun ispatı değil midir?
Bir okuyucumuz, 60. Yıl kutlamaları haberlerinin altına şu yorumu yazmıştı: “Kendi ülkesinden sırf geçim derdi nedeniyle ayrılmak zorunda kalan insanların ve onların torunlarının başarısından bahsediliyor. Oysa onları dün ve bugün ülkelerinden ayrılmak zorunda bıraktıran siyasetçilerden kimse bahsetmiyor…”
Göçün sorumluluğunu veya suçlularını belirlemek kimselerin işine gelmiyor. Zira göç her iktidar döneminde durmadan devam ediyor. Bunu engelleyemeyen otorite, göçün doğal sonucu olarak oluşan diasporayla övünmek ve oradan nemalanmayı, sanki diasporanın zoraki koşullar, “savaş veya sürgün” sonuçlarından doğmuşçasına kullanmakta ve kabullendirilmek istenmektedir.
Yıllar önce bir başka gazetedeki köşe yazımda; “asıl vatan hainleri, benim 14 yaşında Avusturya’ya gelmemin siyasal ve ekonomik alt yapısını oluşturan siyasetçilerdir” diye yazmıştım.
Kanıksattılar bize; beceriksiz siyasetlerinin doğurduğu sonuçları.
Göçün 60. yılı olduğundan mevcut hükümet veya geçmiş hükümet/hükümetler bile somut olarak eleştiri çerçevesine girmediğinden, kimse üzerine alınmıyor ve az gelişmiş ülke statüsünde olduğunu kabul ederek, yurt dışına işçi gönderilmesinin ezikliğinde, giden işçilerin gittikleri ülkelerde acımasızca emek sömürüsünü, adeta bir ödül gibi yıl dönümleriyle kutluyorlar.
Çok seviniyoruz.
Kutlanıyorduk iki elden: Gönderenlerin ve karşılayanların torunları tarafından…
Sonra yine unutuluyorduk…
Dedelerimizin sübjektif koşularından dolayı büründüğü sessizliğe bürünmemiz ve itaat etmemiz bekleniyordu. Yaramaz çocuklar gibi azarlanıyor, entegre yani uyum sağlamamız isteniyordu. Ancak neye, nasıl uyum sağlamamız konusunda kimsenin net ve bilimsel bir tespiti olmadığı halde […]
“Öncü Kültür”
1989 yılında Avusturya’ya geldiğimde 14 yaşındaydım. Gelişimin ikinci haftasında başladığım okulda ilk olarak bana dikta edilen, uyum ve değerler 35 yıl geçmesine rağmen somutlaşamamış ve Avusturya değerleri gibi, daha önce tespit ve analiz etme ihtiyacı kimseler tarafından duyulmayan, siyasi bir birlik sonucundan doğan ulus anlayışının dayatmasıyla tehdit edildik.
“Öncü kültür” söylemiyle tek başına bir kültürün federal devlette var olduğunu ileri süren mevcut hükümet, bu söylemi Burgenland veya Tirol eyaletlerinde çok sesli dile getiremiyor ancak bize dayatıyordu…
Başbakana göre biz bir hata mıyız? Yoksa Türkiye’ye karşı stratejik bir koz mu?
Türkiye kendi topraklarından, geçmişten günümüze uzanan göçün önüne geçemediği gibi, bizlere bunu kanıksatmıştır. Ancak diğer yandan, göç ettiğimiz ülkenin de bize dayattığı ayrımcılıkta aynı şekilde bizler tarafından kanıksanmış durumda.
Avusturya Başbakanı Karl Nehammer, 60 ve 70’li yıllarda gelen misafir işçilerin geri gönderilmemesini “hata” olarak gördüğünü söyledi. Geri gönderilmemesinden pişmanlık duyulan misafir işçilerin 180 bini Avusturya vatandaşı, 117 bini Türk vatandaşı olan bizlerden oluşuyor.
Başbakanın bu açıklaması Avusturya medyasında çok yankı yaratmadı. Benim yazdığım “Başbakana göre biz hatayız!” Türkçe makaleyi Almanca sayfalarında paylaşan bazı gazeteciler dışında…
Başbakan bu sözlerinin arkasında çok durmadı. Zira bu sözler en çok Türkiye ve oradan gelen işçileri işaret ediyordu.
Nehammer başbakanlığındaki hükümet, şu sıralar bizimle ilgili konularda, medyayı bile susturuyor. Bunu 320 bin Türkiye göçmeni için yapmıyor… Dengeleri değiştiren savaşın sonuçlarından ortak çıkar ilişkileri üzerinden doğan mecburiyetten yapıyor.
Oysa biz, bu ülkenin vatandaşıyız. Diğer yarımız ise kalıcı oturum iznine sahip, vergi mükellefi.
Biz Türkiye göçmenleri olarak; Türkiye-Avusturya diplomatik ilişkilerinin bir aracı ve parçası ve de tarafların itici gücü-tehdidi olmaktan öteye gidemedik.
Diplomatik ilişkilerin bize göre bilinmezliğinde kullanılan değer yargılarımız, bizleri değersiz kılıyor, değersiz kaldıkça ait olma duygusunda asileşiyor, törpülenen asiliğimizden bize kalan ise kabullenme ve vazgeçmeden başka bir şey değil…