Türkiye ve Avrupa

Türkiye ve Avrupa

Ümit Aktaş’ın Independent Türkçe için yazdığı makale:

Türkiye, bulunduğu Asya ile Avrupa arasında, muhafazakârlıkla modernlik, İslamlıkla sekülerlik sorunlarını aşamadığından, derin bir kimlik bulanımı yaşıyor.

Bir yandan kapıda bekletilen bir AB üyesi iken, öte yandan AB’ye girmemek için elinden ne geliyorsa yapıyor.

Peki, Türkiye ne yapmak istiyor?

NATO’da ama BRICS’le de flört ediyor.

İslam ülkeleriyle ilişkisi olsa da, moderniteden de kopmak istemiyor.

Kendine özgü bir gelişmişlik çizgisini yakalasa da iktisadi bunalımdan bir türlü kurtulamıyor.

Onca birikimine rağmen kendisine ayak bağı olan kimi iç sorunlarını bir türlü aşamadığından, çok yönlü ilişkiler ağını bir türlü olumlu bir anlama kavuşturamıyor.

Türkiye’nin bir hayali var mı?

Zira bu karar verilemezlik halleri sonuçta adı konulmamış bir nihilizmle toplumu çürütüyor, insanların ufkunu karartıyor.

Bilinçli bir kozmopolitizm, çeşitli iklimlerin değerlerini mezcetmeye çalışan bir aklı başındalık, belli bir uygarlık biçimi oluşturabilirse de, toplumsal olarak bu tür bir erginlik içerisinde olmadığımız da malum.

Avrupa değerlerinden uzağız ama kendi değerlerimiz var mı?

İslam’dan ya da Türklükten söz ediyoruz ama bunlara dayanan ve hayata geçirilmiş, bizi sair toplumlara göre bir adım da olsa öne çıkaran ya da farklı kılan ne gibi değerlerimiz var?

Osmanlılık ile modernlik arasında ortaya çıkan çatışma bir yarılmaya, Kemalist ve muhafazakâr uzayların hâsıl olduğu bir toplumsal bölünmeye yol açtı.

Buna rağmen her iki karakteristik de bir ölçüde genetik olan kimi temel nakısaları sürdürdüğü gibi, ne bunları kabullenmekte ne de aşmak için ortak bir çaba içerisine girmekte.

Aşılamayan bu sorunsallık, bir yüzleşme korkusunun ötesinde, yerel kodların bir varoluş zorunluluğu olarak kayıtlılığı ve koşulluluğunu da ortaya koymakta.

Şimdilik yapabildiğimiz aşamadığımız bu sorunu görmezlikten gelmek ve yarattığı çelişkiler karşısında ise sadece …mış gibi yapmak.

Tüm albenili iddialarına karşı her iki tarzın birbirlerine benzeşiklikleri ve aynı sorunlarla malul oluşları, sonuçta bir makuliyet üretemediği gibi ortaya konulan onca çabaların beyhudeliğine dair bir karamsarlığa da yol açmakta.

Öyle ki kendine özgü yani tarihsel ve toplumsal saplantıların arızalarından kurtulamamış bir modernliği savunan Kemalist cenahla yine bu tür bir kendine özgü İslamlığı savunan muhafazakârlık arasındaki bu temel davranışsal ikizlik, tüm bu iddiaların gerçekte kotarılmış muhayyel benliklerin ideolojik savunma biçimleri olmaktan öteye gitmediğini de göstermekte.

Yakın kayırmacılığı, hakikati örtbas eden ideolojik saplantılar, ihtişamseverlik, kamu kaynaklarını kullanmadaki hoyratlık, adaletin kendi cemaatini/kliğini koruyan bir taassuba dönüştürülmesi, kimlik bunalımının ötekini aşağılama gayretlerinin ötesindeki bir itidal arayışını sağlayamadığı bir kertede tıkanıp kalması…

Şimdilerde olan bitene bakıp da Kemalist günleri arar olanlar ve en sonunda yine askerlerin kılıç şakırtılarına methiye düzenler bilmeliler ki bizler, muhafazakârlığı bir umuda dönüştüren o Kemalist günleri de yaşadık ve Mustafa Kemal’in askerlerinin neler yaptıklarını da gördük.

Sadece o zaman değil, şimdilerde de ortaya konulan uygulamalar, en küçük fırsatta dillendirilen düşmanca öfke, her iki tarzdan da ağzı yanmış insanları, bunların ötesindeki yeni bir umut arayışına zorlasa da buna dair dikkate alınabilecek bir emare de şimdilik ortalıkta gözükmemekte.

Bırakalım bunu, yani Türkiye gibi birkaç yüzyıldır kıblesini yitirmiş bir ülkeyi tartışmayı, günümüz Avrupası nasıl bir geleceği savunmakta?

ABD ile Rusya arasındaki sıkışmışlığını aşamayan, Ukrayna ve Gazze meselesinde bile kendine özgü olumlu tavır ortaya koyamayan bir topluluğun insanlığa sunduğu bir insanlık ve esenlik vaadi var mı?

İnandırıcı bir adalet, kurtarıcı bir ahlak ve yaşanabilir bir toplum önerisi var mı? Sömürgeci geçmişinden kalan belli bir refah seviyesi ve aydınlanmacı geçmişinden gelen düşünsel etkinliklerinin ötesinde ne var?

Etkisini hissettiği yoksullaşma ise Franco Bifo Berardi’nin de vurguladığı gibi geçmişteki bir paylaşım adaletinin kaybına değil, sömürgelerden gelen akışın kesilmesine dayanmakta.

Can çekişmekte olan sömürgeciliğin nimetlerini yitirmemek için direnirken, Avrupa, makul bir gelecek arayışının emarelerini gösterememekte.

Bir dönem Avrupa’ya umut olan sol tıkanırken, sağ da giderek ırkçılaşmakta. Garip bir biçimde tarih tekerrür ederken, yaşanılan deneyimler sonraki kuşaklar için masaldan öte bir anlam ifade etmiyor.

O yüzden değil mi ki istisnai bazı tepkiler dışında Avrupa devletleri, Gazze’ye karşı sürdürülen soykırıma karşı ısrarla İsrail’in yanında durmayı sürdürüyor.

Arap ülkelerinin sessizliği karşısında hiç değilse halkların tepkilerinin yükseldiği Avrupa’ya yaraşan bir tutum mu bu?

Dolayısıyla öte yanımıza baktığımızda da isminden başka bir İslamlığı olmayan cenaha da aynı serzenişi yöneltebiliriz.

Günümüz Avrupa’sının geldiği yeri eleştiriye tâbi tutan Berardi’ye göre “sağcı partilerin seçimi kazandıklarında uğratılan ilk şey medya konformizmini desteklemek ve devlet okullarını verimsiz hale getirmektir. Cehaletin ve konformizmin yaygınlaşmasının neticesinde ise yeni bir seçim zaferi elde edilir, bu böylece devam eder gider. İşte bu nedenle Avrupa’nın geleceğinde tekno-finansal otoriter rejim ile saldırgan popülist tepki barındıran karanlık bir karışımın hüküm sürdüğünü fark etmemek zordur.” 1

Gerçi bu tür bir popülistleşme artık tüm dünya için de cari olan bir tıkanma hali.

Belli ki yerellikleri tasfiye eden bir tür küresellik, yeryüzünü salt çarpıcı ibarelerin dolaşım halinde olduğu bir kayıtsızlıkla kuşattığından ve kitlelere karşı da herhangi bir sorumluluk endişesi taşımadığından, bu tutum ciddi bir kafa karışıklığına yol açmakta.

Bir sürü içinde hayır demek imkânsız değil, anlamsızdır. Reddedişinizi, isyanınızı ve taraftar olmayışınızı ifade etseniz dahi bu durum ne sürünün yönünü değiştirecektir ne de bilginin sürünün beynindeki işleniş biçimine tesir edecektir. 2

Bırakın bilgiyi, kelimeler de artık tınılarını, içeriklerini, çağrışımlarını, ağırlıklarını ve dolayısıyla da büyüsünü yitirmekte.

İnsan, salt çevrimiçi bir sözlük olmadığı gibi muhabbet ya da sohbet de sıradan bir iletişim faaliyeti değildir.

Her kelimenin farklı bir aurası, nüansları ve hatta musikisi vardır. İnsan, akıllı bir makineden ibaret olmadığı gibi, konuşma da salt bir sözel çeviriden ibaret olmayıp, insanın tüm bedeniyle, hatıraları kadar tahayyülleri, umutları kadar kaygılarıyla da iştirak ettiği bir faaliyettir. Mesela az önce neden tasarım değil de tahayyül dedim, neden anı değil de hatıra dedim vs.

Oysa şimdi artık, “annelerinden öğrendiği kelimelerden daha fazlasını makinelerden öğrenecek bir insan nesli yetiştiriyoruz.” 3

Makineler ise salt mekanik iletişimsel araçlardır. Bir duygular, düşünceler, tutkular, ülküler, inançlar çoğulluğu ve duyarlılığı değil.

Sözcüğün otomasyonu iki aşamada gerçekleşir. Birinci aşama parasallaştırma ve finansal döngüye tabi kılma süreciyle alakalıdır: Finansal işlev (semiyotik dolaşım yoluyla değer birikimi), sözlü ifadenin içgüdüsel yönünü imha ettiğinde göstergeler finansın boyunduruğuna girer. Böylece sözcelenen şey dijital-finansal formatlara uyumlu hale gelebilir. Anlam ve değer üretimi partenogenez (eşeysiz üreme) biçimini alır: Göstergeler artık cisme temas etmeden yeni göstergeler üretir. Parasal değer, malların fiziki üretimi yoluyla gerçekleştirilmeden daha fazla parasal değer üretir. 4

Görünürde her şeyi vardır bu hayatın ama bir şeyi eksiktir: ruhu.

O nedenle hiçbir şey oturmaz yerli yerine.

Can damarları kurumuş ve her yanı bir ölüm ko(r)kusu sarmıştır.

Direnmeye çalışan sadece şiirdir belki.

Şiir, dilin sesidir. Dilin yerini alan mekanik işaretler ve sesler ise bu tınıdan yoksundur.

Dilin büyüsünü yitiren insanlar arası iletişim, bu yoksunlaşmanın sonucunda giderek iletişim araçlarına tâbi olan mekanik bir sosyolojiye yol açmaktadır.

Bu sosyoloji sadece şiirden, müzikten ve insan sesine dayanan bir iletişimden yoksunlaşmamakta, ahlaki ve insani duyarlılıklarını da yitirmektedir.

Şiirsel dil ise doğal olarak piyasa mantığına tâbi olmayan bir kendiliğindenliğin direnişini sürdürür.

Öyle ki, uysallaştırılmış bir mekaniğin dili bizi sadece mekanikleştirmeyecek, insana dair bir hakikatten de yoksunlaştıracaktır.

İnsanın en büyük kaybı ise baş edemediği şu uyum sağlama mecburiyetleri içerisindeki o isyan etme duygusunu yitirmiş olmasıdır.

Sesler kısılmış, bedenler gölgesini kaybetmiştir. Şiirini yitiren bir hayat içerisinde yaşayan ölüler haline gelen insanlar, seslere ve sözlere olan güven(ler)ini de kaybedecektir.

Eleştirel gücünü ve heyecanını da yitiren bu insanımsılık, ironik karşı çıkışlardansa kinik yaltaklanmalara teşnedir.

Karşı karşıya kalmak istemez kimseyle çünkü temsil kabiliyetini, dilindeki öfkeyi belki, belki de umudunu; onu bu boğuntudan çekip çıkaracak olan bir Tanrı’ya olan inancını yitirmiştir.

1. Franco Bifo Berardi, Başkaldırı, Akademim Y. s. 1
2. Berardi, s. 16.
3. Berardi, s. 17.
4. Berardi, s. 18.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Der Virgül’ün editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Yayınlama: 15.09.2024
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.