Acılara Tutunmak…
| Adem Hüyük
İçten içe yokluklarının vereceği acıyı tarif edemeyerek, bana çocuklarımın yokluğunu yaşatma deriz, inandığımız yaratıcı güce. Fedakârlık göstergesi sunarız.
Bu talebi isterken diyalektik karşılığını hesaba katmayız.
Oysa bu acıdan kaçarken, acının ögesi olan çocuklarına, kendi yokluğunla aynı acıyı yaşatacağın görmezden gelinir…
Demek ki sen, dayanılmaz acılara dayanamayarak, bu acılara çocuklarının katlanmasını istiyorsun!
Felsefe bazı şeylerin anlaşılmasında bilindik “doğruları” altüst etmek için olmalıydı zaten.
Aklının acı çekmesine izin verme!
Sokaklara çık, insanların içerisinde kaybolmayı dene. Yeni bir arkadaş edin seni anlayabilecek, acını paylaşamasa da hissedecek, seni her halinle dinleyebilecek.
Kalabalık ayıbı örttüğü gibi, acıyı da hafifletir. Giden ve gelen insanları seyret, onların da acıları olduğunu aklından çıkarma… Bu senin evrende tek başına acı çekmediğin gerçeğini sana hissettirecektir…
Bir yerimiz kanadığında veya darbeye maruz kaldığında acı hissederiz. Bu vücudumuzdaki tehlikenin bize bildirim halidir.
Acı duyumu sinirler yolu ile beyne iletilir, böylelikle biz de acıyan tarafımıza tedavi uygular ve acıya neden olan tehlikeyi ortadan kaldırmaya çalışırız.
Bedensel acıda nedenleri bulunup yok edilme tekniği mevcuttur. Ancak ruhsal acıda nedenleri yönünden tedavi edilmez, sadece sonuçları yönünden tedavi edilir.
On beş yaşından beri ayrı yaşadığı annesini 32 yıl sonra kendi elleriyle mezara koyduktan bir hafta sonra, ağabeyinin ölüm haberi üzerine tekrar kente geri dönen bir yolcunun bindiği taksinin şoförü, İzmir-Buca mezarlığının önünden geçerken, müsaade isteyerek iki dakika durur. Şoför mezarlığın kenarına park etmiş taksinin içinden, ellerini açarak dua eder.
Duası biten şoför teşekkür ederek tekrar yola koyulur. Yolculuk boyunca her ikisi de konuşmaz. Ama müşteri onu çok iyi anlamış ve acısını içinde yaşaması için sormamıştır – tıpkı altı yaşındayken babasının ölümünü ve bir hafta önce annesini, iki gün önce ise ağabeyini kaybettiğini yakın çevresinden bile sakladığı gibi.
Varılması gereken yere varılmıştı.
Müşteri yani ben, ulaşım bedelini öderken, taksi şoförüyle göz göze geldi.
İşte o an; “Orada 20 yaşında kaybettiğim oğlum yatıyor, bu acı aklımı almasın diye direniyorum. Bu acının tarifi yok!” demişti, mezarlığa karşı dua okuyan taksi şoförü.
Bir an kendi acımın hafiflediğini hissettim. Acının farklı boyutlarının olduğunu ve bunu ancak yaşayanların anlayabileceğini düşündüm…
Taksi şoförü, kendisinin doğmasına “neden” olduğu bir varlığı kaybetmiş, ben ise, doğmama “neden” olan bir varlığı kaybetmiştim.
Şayet acı bir reaksiyon ise, tabi ki burada dayanılmaz bir reaksiyon var olmasına “neden” olunanın kaybedilmesine duyulacaktır.
Yaşanan bu diyalogda aklın acıya teslimiyetinin önünü kesen, daha büyük bir acı yaşayanın aklına hükmetmesinin erdemliğinin fark edilmesidir.
Bu bağlamda, acıya teslim olmayan akıl, duygusal olarak etkilendiği bir durum karşısında tepkisiz kalmayarak onu değişime yöneltecek adımlar atabilir.
O yüzden acı çekmek, birçok şeye karşı duyarsız kalmayı mümkün kılıyorsa, aklın devreye girmesi kaçınılmazdır.
Zira aksi bir durum yeni acıların doğmasına sebebiyet verebilir.
Akıl nesneldir, gözlem yaptığı şeyi olduğu gibi açıklar.
Ancak yaşanılan acı karşısında akıl genellikle devre dışı bırakılarak, var olan gerçeklik karşısında daha derin acı çekmek gerektiğine inanılır.
Bu, bir nevi bedel ödemek gibi de görülmektedir.
Acı çekmek, farklı biçimlerde ve farklı ölçülerde yaşanan bir olgu olmakla birlikte, evrensel bir duygudur.
Pratik yaşamımızda farklı güçlüklerle boğuşurken ve başka insanların yaşadıkları güçlüklere tanık olurken, bu durumun yarattığı yıkımı daha katlanılabilir kılacak ortak bir anlam bulmaya çabalarız.
Bizimle benzer biçimde, aile bireylerinden biri yitirildiğinde bu yitimin anlamını kavrayan ve hatta bunda olumlu bir şeyler bulmaya çalışanların çektikleri acı da daha az oluyor.
Aklın acı çekmemesi beraberinde, daha güçlü olarak süreci atlatılasını sağlayabiliyor.
Bilim insanları bu sürecin nasıl işlediğini kavramak amacıyla travma sonrası büyüme gibi son derece ilginç bir olguyu masaya yatırdılar.
İlk kez doksanlı yılların ortalarında ruh bilimci Richard Tedeschi ve Lawrence Calhoun tarafından tanımlanan travma sonrası büyüme, kişinin yaşamına damgasını vuran ciddi bir bunalımın ardından daha da güçlenerek yaşamını sürdürmesi olarak nitelendiriliyor.
Yapılması gereken, yaşanan felaketi geriye dönüşü olmayan bir süreç olarak kabullenip acılara sarılmak yerine, yaşamın akışına ayak uydurmaya çalışmaktır,- Bu, acıların hafife alınması gerektiği anlamına gelmiyor tabi ki…
Acının akla hükmünü engellemenin bir başka olumlu yanı ise, kayıplarınızdan duyduğunuz acının aynısını, sevenlerinize yaşatmamanızdır.
Zira, yaşadığınız acıyı size yaşatan, sizin en yakınlarınızın ölümü ise, sizin devamınız olan kardeşiniz, çocuğunuz gibi yakınlarınıza, yaşadığınız acının aynısını yaşatmamak için, aklınızın acı çekmesine izin vermemeniz gerekmektedir.| ©DerVirgül