Osmanlı’da Türkçülük fikri Kürtlere karşı değil; Batıcılara karşı mıydı?

Osmanlı’da Türkçülük fikri Kürtlere karşı değil; Batıcılara karşı mıydı?

| © The Independentturkish | Mehmed Mazlum Çelik

Merhum Ziya Gökalp’in vefatının 100. yılını idrak ettiğimiz şu günlerde en fazla iğdiş edilen ideolojilerin başında Türkçülük geliyor.

1911-1924 yılları arasında Türkçülük fikrini filizlendiren ve dahi devletin resmî ideolojisine dönüştürmeyi başaran Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp gibi isimlerin Türkçülük ideolojini sanıldığının aksine Arap ya da Kürtlere karşı bir reaksiyonla ortaya attığını düşünmek tam bir akıl tutulmasıdır.

Yine siyasi kanatta bahsi geçen isimlerin hamiliğini yapan Enver Paşa gibi İslam’a hasbi duygulara bağlı bir ismin bu ideolojinin Osmanlı’nın asli unsurlarına karşı bir reaksiyon içerisinde olmasına rıza göstermesi söz konusu dahi olamazdı.

Günümüzde ise Türkçülük ideolojisini Kürt ve Arap halklarına karşı bir düşmanlık sopası olarak kullanan sözde aydın ve politikacıların Türkçülük fikrini inşa eden mütefekkirlerin ne hayatı ne de eserlerinden haberdar olmadığı ortadadır.

Bilhassa Devlet Bahçeli’nin son çıkışları birçok kesimi rahatsız etse de esasen Devlet Bey, Türkçülüğü köklerinden kopuk bir güruhun kullanışlı aparatı olmaktan çıkararak fabrika ayarlarına döndürme çabası içerisinde.

Buyurun Türkçülük ideolojisinin en önemli ismi Ömer Seyfettin’in yayımlandığında gönülleri titreten “Primo Türk Çocuğu Eseri”nden hareketle Türkçülüğün hangi düşünce ve cerahate karşı mücessem bir fikre dönüştüğüne beraber bakalım.

Türkçülüğün kökenleri

Türkçülük ideolojisi ve İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkileri, Ömer Seyfettin’in 1911 yılı sonrası hikâyelerindeki bakış açısının değişimindeki önemli sebepleri arasında bulunur.

1905 yılına kadar yalnızca bireysel konuları öykülerine taşıyan yazar, bu yıldan itibaren sosyal meseleleri hikâyelerinde ele alır; fakat 1911 yılı sonrası yayımlanan hikâyelerinde sosyal meseleleri bir tez olarak okurun dikkatine sunar.

Ömer Seyfettin’in 1911 yılı sonrasında hikâyelerinde bir tez olarak işlemeye başladığı konunun “Türkçülük İdeolojisi” olduğu görülür.

| Ömer Seyfettin

Yazarın “Türkçülük” ideolojisini hikâyelerine taşımasının en önemli nedenlerinden birisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti ile kurduğu ilişkiler oluğu söylenebilir.

“Türkçülük” ideolojisi ilk kez Yusuf Akçura’nın 1904 yılında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” çalışması ile siyasal bir doktrin olarak aydınların gündemine girer.

Akçura bu tezde büyük bir coğrafi alana yayılan Türk ırkı ve Türkleşmiş halklar arasında toplumsal birlikteliği ve milli bir bilinç yaratmayı arzular.

Bu düşünce sonraları “Turancılık” ülküsü adıyla siyasi bir ütopya haline gelir.

Nuri Sağlam’a göre; bu fikri ilk kez Yusuf Akçura bir program haline getirse de literatüre kazandıran ilk kişi “Lisan-ı Türki” makalesi ile Şemsettin Sami’dir. (Sağlam, Ömer Seyfettin’e Göre Türkçülük Meselesi ve İttihat ve Terakki Siyaseti, 91.)

Şemsettin Sami, tıpkı Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” (1911) makalesinde yaptığı teklife benzer şekilde dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin ıslah edilmesini ilk ele alan mütefekkir olduğu görülür:

“Her ne kadar ki Şark Türkleri dahi, İranîler ve sair kâffe-i ümem-i islâmiyye gibi, lisan-ı Arabiden birçok kelimeler ahz ü kabul etmişlerse de onların aldıkları kelimat-ı Arabiyye başlıca ıstılâhat-ı fenniyye ve edebiyyeden ibaret olup, bizim gibi kelimat-ı âdiyye ahzetmemişlerdir. Bunun içün, bizim lisan-ı âdide kelimat-ı Arabiyye ile ifham etmekte olduğumuz mevâdın ekserisi içün onların kelimat-ı Türkiyyeleri vardır.

Bir lisan ise kelimat-ı ecnebiyyeden ne kadar ârî, ve kendi kelimeleri ne kadar ziyade olursa, o kadar mükemmel, o kadar vâsi\ o kadar zengin addolunacağından, lisan-ı Türkî-i şarki sekaleti telâffuziyle beraber, bizim lisan-ı Türk-i garbiye tercih olunabilir.

Binaen aleyh, lisanımızın ıslâh ve tevsi’ni murad ettiğimiz halde, kelimat-ı Arabiyye istikrazında mübalağa etmekten vazgeçüp, lisan-ı aslîmiz olan şark Türkçesinin bizce metruk ve meçhul olan kelimelerini uyandırarak, onları kabul ve istimale çalışmaklığımız iktiza eder.

(Şemseddin Sami,
“Lisan-ı Türki (Osmani)”,
Hafta, 10 Zilhicce 1298.)”

Şemsettin Sami, dilde birliği sağlamak adına sonraları siyasi bir zemin de kazanacak “Turan Türkçesi” fikrini ortaya atar:

“Malûmdur ki: Türkçe Asya’nın bütün kısm-ı şimâlîsinde tekellüm olunan elsine-i Turâniyye zümresinden olup, el’ân oralarda pek vâsi’ yerlerde söylenmekte olduğu hâlde, bir şubesi de garba doğru ilerleyerek Avrupa ile Asya’nın birbirine karşı uzattıkları iki büyük ve güzel şibh-i cezîrede yani Anadolu ile Rum ilinden tekellüm olunmaktadır.

İşte, Çağatayca ism-i sakîmine mukâbil, Osmanlıca nâmıyle şöhret bulan, ve garb Türkçesi nâmıyle şark Türkçesinden tefrîki daha münâsib olan lisânımız Türkçe’nin bu şubesidir, ki söylendiği yerlerin, Asya-i vasatî ve şimâliyye nisbeten, terakkî ve temeddüne olan istidâd-ı mevki’i ve tabiîsi sâikasıyle, şive-i telaffuz ve ifâde cihetince pek çok zerâfet ve letâfet peydâ etmiş ise de, Arabî ve Fârsî’den ve Rumca ve İtalyanca gibi elsine-i ecnebiyyeden ahz ve istiâre ettiği kelimât ve tabîrâta karşı, kendi kelimâtından birçoğunu terk ve fevt etmiş, ve bu lisânların şivesine tebâiyyetle, şive-i asliyye-i Türkiye’sinden bir dereceye kadar ayrılmıştır.

Maahâzâ, Şark Türkçesi’yle Garb Türkçesi arasındaki fark, zannolunduğu gibi, İtalyanca ile Latince veya İspanyolca ile Fransızca arasındaki fark kadar, yani bu iki Türkçe’den her birini diğerinden büsbütün ayrı ve kendi başına bir lisân addettirecek derecede olmayıp, bu fark ancak şimalî ile cenubî Almanca veya Toskana İtalyancasıyle Napoliten İtalyancası yahud Mısır Arapçasıyle Magrib Arapçası arasındaki fark derecesindedir; ve Şark Türkçesi’yle Garb Türkçesi bir tek lisândır, ikisi de Türkçedir.

(Şemsettin Sami,
Kâmûs-i Türkî: İfâde-i Merâm
(İstanbul: Der Sa’adet Ikdam Matbaasi, 1899) 5.”

Şemsettin Sami, dilde sağlanacak birliğin özellikle Rus mezalimine karşı siyasal bir birliktelik getireceğini dile getirse de bu fikrini bir doktrin haline getiremez ve edebiyatta ciddi bir karşılık bulamaz.

“Türkçülük” ideolojisi ilk kez Yusuf Akçura’nın 1904 yılında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” çalışması ile siyasal bir doktrin olarak aydınların gündemine girmesiyle beraber İkinci Meşrutiyet’i izleyen günlerde, 1908 yılının kasım ayında, Türk Derneği kurulur.

Türk Derneği’nin kurucuları arasında Yusuf Akçura, Necip Asım, Ahmet Mithat Efendi ve Ahmet Hikmet Bey gibi düşünce dünyasının önemli aydınları bulunur.

Derneğin kuruluşunu izleyen ilerleyen günlerinde İsmail Gaspıralı, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul ve Ömer Seyfettin’in dilde millileşme önerisi ile ikili polemiklere gireceği Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler katılır.

İstanbul merkezli kurulan, dernek kuruluş tüzüğünün 2. Maddesinde belirttiği üzere amacını Türk ırkının yaşadığı coğrafyayı, tarihini, lisanını ve medeniyetini inceleyerek dünyaya tanıtmak amacını taşır.

Bu bağlamda geniş katılımlı toplantılar, eserler ve araştırmalar kamuoyunun dikkatine sunularak Türk halkının kimliği hakkında toplumsal bir bilinç yaratılması hedeflenir.

Dernek büyük ümitlerle kurulsa da üyeleri arasındaki anlaşmazlıklar ve eser üretme konusunda yaşanan sorunlar nedeniyle beklenen etkiye ulaşamaz.

Derneğin yalnızca 7 sayı yayımlanan dergisi ise düşünce dünyasına önemli katkılar sunar.

Yusuf Akçura, “Türk Yılı 1928” isimli eserinde Türk Derneği’nin başarıya ulaşamamasını nedenlerini ele alır.

Yazara göre; Hürriyetin ilan edilmesi ile beraber hem kişi hak ve özgürlüğünün temin edilmesi hem de Avrupalı devletlerinin Osmanlı topraklarına yönelik emperyalist eylemlerine karşı siyasi birlikteliği sağlamak adına Türk Derneği hayata geçirilir; ama hükümet Türkçülüğü bir ideoloji olarak benimsemekten kaçınması nedeniyle bu proje akim kalır.

Akçura, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Türkçülük ideolojisi Osmanlı’nın içerisinde o dönemde önemli bir nüfusu ihtiva eden Arapları gücendireceği endişesi ile terk edildiğini ve “Osmanlıcılık” ideolojisinin benimsendiğini iddia eder.

Türk Derneği, Türkçülük ideolojisini devletin resmi politikasına dönüştürmeyi başaramasa Türkoloji çalışmalarının hem Osmanlı sahasında hem de Batı kaynaklarında ilgi ile takip edilmesini sağlar.

Derneğin çalışmaları sonrası Darülfünun konuyla ilgili olarak Moğol ve Tatar tarihlerini müfredatına alarak Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçülerin ders vermesini sağlar. Ayrıca derneğin merkezinde yapılan çalışmalar Ömer Seyfettin’in de Yeni Lisan Hareketi’ni başlatmadan önce beslendiği kaynaklardan birisi haline gelir.

Yusuf Akçura’nın doktrinin karşılık bulmasının ise iki nedeni bulunur. Öncelikle İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Osmanlı Devletini idare eden hükümetlerin Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi ideolojileri hızla terk etmesidir.

Bir diğer önemli neden de İttihat ve Terakki’nin politikalarının Türkçülük ideolojisi ile yakından ilgilenmesi ve desteklenmesi olarak açıklanabilir.

Bu süreçte Ziya Gökalp’in İtalyan yazar Dante’nin “La Vita Nova” (1295) eserinden esinlenerek ortaya attığı “Yeni Hayat” fikri ve bu doğrultuda yayımlanan eserler/yazılar “Türkçülük” ideolojisinin güçlü bir zemine oturmasını sağlar.

| Ziya Gökalp

Ziya Gökalp; Demirtaş rumuzuyla, 8 Ağustos 1911 tarihinde Genç Kalemler (1910) dergisinde “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” (1911) başlığı ile Türkçülük ideolojisinin felsefi alt yapısını oluşturacak “Yeni Hayat” fikrinin, manifestosunu yayımlar.

Yusuf Akçura’nın siyasi bir doktrin olarak ortaya attığı Türkçülük ideolojisi, Ziya Gökalp ile içtimai bir inkılap olarak “Yeni Hayat” şeklinde ele alınır.

Ömer Seyfettin, gerek Yusuf Akçura’nın “Türkçülük” doktrininden gerekse de Ziya Gökalp’in “Yeni Hayat” felsefesinden etkilenir.

Bu iki teşebbüs de soyut teorilerdir ne edebi saha da ne de toplumsal hayatta bir karşılığı olmayan ütopyalardır; ancak Ömer Seyfettin, “Yeni Lisan” (1911) makalesi ve hikâyelerinde 1911 yılı sonrasında gerçekleştirdiği devrimle bu teşebbüsleri mücessem hale getirir.

Ziya Gökalp de bu durumu kabul eder ve Türkçülük ideolojisin teoride kalmasını Ömer Seyfettin’in çalışmalarının engellediğini 1922 yılında yayımladığı Küçük Mecmua (1922) Dergisinde belirtir:

“Yeni Lisan cereyanı dallanarak budaklanarak Türkçülük, halka doğruculuk ve millî hars hareketlerinin doğmasına sebep oldu. İşte bütün bu fikrî cereyanların başlangıcı Ömer Seyfeddin’in saf, masum ruhunda feveran eden sârî, müstevlî bir iman sıtmasıydı.”

Nazari Türkçülük anlayışında ise Ömer Seyfettin, “Turancılık” ideolojisini devletin yıkılışını önleyecek son reçete olarak görür; fakat bu ideolojiyi ırk bağlamında ele almaz.

“Turancılık” ülküsü fikri ve tarihi bir birlikteliği temsil eder. 1914 yılında kaleme aldığı “Yarınki Turan Devleti” (1914) yazısında Türkçülük ideolojisini bu bağlamda ele almanın gülünç bir durum olduğunu söyler.

Yazarın kabul ettiği Türkçülük anlayışında toplumu bir araya getiren ortak lisan, aynı din, benzer ahlaki anlayış ve maariftir.

Bunlar sağlandıktan sonra ne Balkanlar’a ne de Kafkaslara çizilen siyasi hudutlar milleti bölemez:

“Bugün milletlerde ırk esası aramak ‘elkimya’ ile meşgul olmaktan ziyade gülünçtür. Millet: Bir lisan konuşan, bir din, bir terbiye, bir maarifle birbirine merbut insanların mecmuudur. Bir milleti siyasi hudutlar asla ayıramaz.

Ömer Seyfettin,
Yarınki Turan Devleti
(İstanbul: Türk Yurdu Kütüphanesi Yayınları, 1914) 20.”

| Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin’in Türkçülük ideolojisini eserlerinde sistematik bir şekilde işlemeye başladığı ilk çalışması “Primo Türk Çocuğu”(1911) olarak okurun karşısına çıkar.

Bu eser bir roman taslağı olarak hazırlanıp yarım kalır. Müstakil parçaların birer hikâye özelliği taşıması nedeniyle kaynaklarda teknik olarak öykü olarak değerlendirilir.

“Primo Türk Çocuğu” (1911) ilk kez 18 Aralık 1911 tarihinde Genç Kalemler (1910) dergisinde yayımlanır.

Hikâyenin devamı ise ancak 21 Mayıs 1914 tarihinde Türk Sözü dergisinde okurla buluşur.

Mehmet Kaplan, “Primo Türk Çocuğu” (1911) hikâyesinin ana fikrinin “Türkçülük” ideolojisi olduğunu tespit eder.

Yazar, “Bahar ve Kelebekler” (1911) hikâyesinde “Yeni Lisan” (1911) makalesini içtimai hayatın ve lisanda ıslahın somut örneği olarak tasarlarken Kaplan’ın da tespiti üzere “Primo Türk Çocuğu” (1911) hikâyesi de Türkçülük ideolojisinin somut bir örneği olarak ortaya çıkar ve yazar Türk gençliğine yürüyeceği istikameti bu öykü ile tayin eder:

“Ana fikir, Türklük, Türkçülük, millî benlik fikri, aynı yıllarda Selanik‟te bulunan ve Genç Gökalp‟ten gelir. O burada Türk tarih ve medeniyetinden ilham alıyor ve Ömer Seyfettin hikâyesinin başına koyduğu mısralarla Türk gençlerine gidilecek yeni ufku gösteriyor.

(Mehmet Kaplan,
“Primo Türk Çocuğu Nasıl Doğdu”
Türk. Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2
(İstanbul: Dergâh Yayınları, 2016) 232.)”

Ömer Seyfettin’in 1911 yılı öncesi hikâyeleri dikkate alındığında, yazar öyküde son derece sade bir dil kullanır; fakat “Primo Türk Çocuğu” (1911) hikâyesindeki asıl devrimi hikâyenin içeriğinde yapar.

“Türkçülük” ideolojisi, hikâyedeki temel belirleyici faktör olarak okuyucunun karşısına çıkar.

Müellif daha önceki hikâyelerinde kullanmadığı “Türk” kavramını hikâyenin asli unsurlarından birisi haline getirir.

“Primo Türk Çocuğu” (1911) hikâyesinde Kenan isimli karakter köklerinden ve Türklüğünden kopmuş, Batı medeniyetinin eğitiminden geçen yabancılaşmış bir karakterdir.

Ömer Seyfettin öyküsüne Ziya Gökalp’in “Turan” şiirinin son iki dizesi ile başlayarak henüz hikâyenin başında okura vermek istediği mesajı açık bir şekilde ortaya koyar.

Öyküde Türk olmaktan nefret eden Kenan, bir İtalyan kızla evlenerek İzmir’e yerleşir:

“Bu zavallı düşünen gölge gayet muhterem genç mühendis Kenan Beydi… Ecnebi ve Levanten mahfillerinde taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti. On, on bir sene evvel memleketine dönünce –her Paris’ten gelen gibi- dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti.

Ömer Seyfettin,
Hikâyeler I, haz. Hülya Argunşah
(İstanbul: Dergâh Yayınları, 2020), 166.”

Kenan, Batı’ya öylesine düşkün ve kendi benliğinden dahi uzaklaşmış bir karakterin gereği olarak âşık olduğu kadının estetik sınırlarını Batı tarihinin normlarına göre değerlendirir:

“Grazza’yı ilk defa İzmir’de bir baloda görmüş ve hayret etmişti. Bu kız eski Roma tarzında fantezi kıyafetler giyiyor ve tıpkı İmparator Adriyan’ın metresi Antinous’a benziyordu. Avrupa’da eğitimi sırasında sanat tarihini incelerken hep Luvr Müzesi’ne gider, saatlerce bu latif gözdenin heykeline bakardı. İzmir’de bu heykelin canlısını görmek onu deli ediyordu. Grazya’ya hemen âşık olmuştu.

(Argunşah age.)”

Mehmet Kaplan, Grazza’nın kılık kıyafeti ile kendi mazisini yaşatmaya devam ettiğini belirtirken Kenan karakterinin kendi kılık kıyafetinden ve geleneklerinden utanırken Grazza’nın mazisine hayranlık duyarak yaklaşmasını köksüzleşmiş aydın tipolojisinin iyi bir örneği olarak değerlendirir.

Kenan, Batı medeniyetine bu denli hayranlık duyarken evlenmek istediği kızın Avrupalı ailesi “Barbar” olarak tanımladıkları bir Türk’e nasıl kız verilir sorusunu kendi arasında müşahede eder.

Baba ve kızın vardığı sonuç Kenan’ın bir Türk olamayacağıdır. Ömer Seyfettin, bu tartışma yoluyla köklerinden kopan aydınların Batı medeniyetince ancak kimliksizleştiklerinde kabul gördüğünü iddia eder:

“Fakat bedava ve sadık tercümanının kızına âşık olduğunu, onunla evlenmek istediğini duyduğu anda çok hiddetlendi. Bir Türk’e kızını vermek… Bu mümkün müydü? Bir barbara, bir vahşiye, bir medeniyet düşmanına, hâsılı bir Türk’e nasıl kız verilirdi? Şiddetle reddetti. Aradan birkaç ay geçti. Ancak tuhaftı; kızı da bu Türk’ü istiyordu. Mösyö Vitalis, gençliğinden beri İspanya’da kurduğu şatoların temellerini birden kazılmış gördü. Büyük bir çıkar onu bekliyordu… Biraz filozoflaştı, biraz âlimleşti. İtalya’da, aç, sefil günlerde bütün ruhuyla itikat ettiği sosyalizm kuramları davasına geri döndü.

Bir gün kızına dedi ki: ‘Bu Kenan’ın bir Türk olduğunu düşünsene!’

Grazya tehalükle: ‘Asla, asla! Kenan asla bir Türk değildir ve asla bir Türk olamaz…’ diye cevap vermişti.

(Kaplan Age.)”

Devamında baba, Türklerin etnik kimliğini bir tartışma konusu haline getirir ve tüm Osmanlı’da Sultan ailesi dışında Türk meşrepli kimsenin bulunmadığını iddia eder.

Bu savını desteklemek için Batı tedrisatından geçen Türk aydınlarının Avrupa hayranlığını delil olarak sunar. Kenan, bu iddiaları reddedip karşı çıkmak yerine öyküdeki baba karakteri olan Mösyö Vitalis’in bu iddialarına büyük bir hayranlık içerisinde destek verir.

Evlilik için ise istenen şartlar, Kenan’ın ailesi ile ilişkilerini tamamen kesmesi ve doğacak çocuklarının İtalyan terbiyesi, özellikle İtalyan dili ile yetiştirilmesi olur.

Seyfettin “Yeni Lisan” (1911) makalesinin “Ey Gençler” alt başlığında muhatabına seslenirken dünden bugüne Türk halkının karşılaştığı düşmanların ve tehlikelerinin yekûnun hedefinde Türkçe olduğunu belirtir.

Mısır’da Türkçeye karşı başlayan düşmanlığın o topraklarda Türklüğü silip attığını söyler.

Kenan karakterinin mazisine hayranlık duyduğu Batı medeniyetine mensup olmak adına lisanından vazgeçmesini kendi atisinden vazgeçmesi olarak ele alır:

“Avrupalıların hilal ve salip namına yaptıkları haksızlıkların şüphesiz biliyorsunuz… Unutmayın ki etrafımızdaki Bulgar, Sırp, Karadağ, Yunan Hükümetleri ihtizar dakikalarımızı beklediklerini saklamıyorlar. Rumların, Bulgarların, Sırpların Osmanlılık vatanındaki mektepleri meydanda… Orada şiddetli bir Türk düşmanlığı talim olunuyor ve bunu bütün dünya biliyor, gazeteler yazıyor. O halde korkmayınız, sizin bilmenizde bir beis yoktur. Mehmet Ali’nin çocukları bir zaman “Türkçe’nin tekellümünü men edip Türklüğü orada tart eyledilerse bugün Suriye’de de lisanımıza karşı buna benzer bir istiğna görüyor…

(Polat Age.)”

Yazar, Türklüğünü kaybeden özneleri soyut örneklerle belgisiz bırakmaz.

Kenan karakteri üzerinden Türklüğünden uzaklaşan ve evrenselleştiğini iddia eden Edebiyat-ı Cedide yazarlarını ve “Yeni Lisan” (1911) karşıtlarına sert eleştiriler getirerek mesajını daha somut hale getirir:

“Dokuz senedir masondu. Fanatik ve asla eleştiri kabul etmez üyesi olduğu farmasonluktan başka dünyada başka bir hakikat olmayacağına bütün vicdanıyla kanaat ederdi. Ne gelene ne mazi ne vatan ne milliyet tanırdı. Irk ve çevre teorisini, fikri ve ruhu hasta bütün zavallılar gibi o da inkâr ederdi. Ne olduğunu bilmediği bir gaye ‘fazilet ve insaniyet’ fikri muayyen ve sabit bir manası olmayan bu umumi ve belirsiz iki kelime bütün mantıklara, bütün kalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı vahşi bir din gibi beynini tahrip etmiş, ruhunu katletmiş, onu hareketli ve yaşar bir ceset halinde bırakmıştı.

(Polat Age.)”

Ömer Seyfettin, devamında Türklüğünden vazgeçerek Batı medeniyetine hayranlık duyan, onu yücelterek insaniyetin timsali gösteren Türk aydınına Batı’nın emperyalist geçmişini hatırlatarak tehlikeli ve karanlık bir medeniyet ile karşı karşıya olduklarını göstermeye çalışır:

“Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, Sahra’nın saf, masum, uysal ahlaklı ve silahsız asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, asude şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir kabahati olmayan koca bir milleti esir yapıyor. Vatanlarını, mallarını çalıyor; ırzlarını, ruhlarını zapt ediyordu.

(Argunşah Age.)”

Mehmet Kaplan, “Primo Türk Çocuğu” (1911) hikâyesinde Ömer Seyfettin’in Türklüğün hakir görülmesini tüm gerçekliği ile ortaya koyduğunu bu anlamda Türk kimliğini inşa ederken Batı medeniyetinin emperyalist saldırılarına karşı isyan bayrağı açtığını söyler.

Kenan karakteri, karşı karşıya olduğu medeniyetin vahşetini görüp köksüzlüğünü anladığında ise büyük bir utanç içine düşer.

Köksüzleşmiş ve kimliğini yitirmiş Kenan, içine düştüğü utanç verici durum onda ruhi bunalımlara neden olur.

Ömer Seyfettin, Kenan’ın yaşadığı travma ile Türk aydınının yaşadığı paradoksu ele alır.

Bu örnekle Türk aydınının ancak “Türkçülük” ideolojisine sıkı sıkıya bağlanarak kurtulacağını gösterir:

“Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını; milliyetsizliğin, ‘Milletlerarası ve Masonluk’ hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derece gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden:

‘Ben neyim?’ diye kendi kendine soruyor, fakat: ‘Türküm!’ demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş değersiz bir cesetten başka bir şey olmadığını anlayarak, bunun hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu.

O da Türkler’i dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla birleşmiş olan Avrupalıların önemsiz bir kulu, itaat eden bir hizmetçisi, sahibi olduğu bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların adetlerine, geleneklerine, terbiyelerine, görgülerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Yabancılardan aldığı önemsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?

(Argunşah Age.)”

Ömer Seyfettin, 1914 yılında Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı’nda(1914) yayımlanan “Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset” (1914) makalesinde “Türkçülük” ideolojisi için verdikleri mücadeleyi kaleme alırken karşılattıkları aydın tipolojisini “Yabancılaşmış” kavramıyla izah eder ve bu aydın tipolojisinin Tanzimat Döneminden beri aydınların içine girdikleri bir kriz olarak ele alır.

Aydınların bu krizin içine itilmesini ise mefkûresizlikten ileri geldiğini belirterek “Türkçülük” ideolojisinin bu boşluğu doldurmaya namzet olduğunu düşünür:

“İstibdat zamanında Avrupa’da çalışan Türk gençler muvaffakiyet kazanabilmek için milliyetperverliklerini saklıyorlar, Avrupa’nın ve Türk düşmanlarının pek hoşuna giden ‘Tanzimat’ mevhumesine sarılıyorlardı. Yapılmak istenilen inkılabı sözde yalnız Türkler yapmıyorlardı.

Mefkûresiz bir fertte azim, gayret, metanet hatta namus ve fedakârlık faziletleri bulunmaz. Çünkü mefkûresiz bir insan iradesizdir. Yalnız arzularıyla yaşar ve hislerine tabii bulunur. Türklüğe kasteden düşmanlar hain emellerine hizmet için böyle milliyetsiz, arzularıyla yaşar, mukaddesat tanımaz, esaslarını inkar etmiş mahlukları arar ve bulurlar. Türklüğün siyasi müessesesini devirmek için yine, şüphesiz bu gibi milliyetini, Türklüğünü inkâr etmiş mefkûresizler toplayacaklar.

(Polat Age.)”

İlk kez Şemsettin Sami’nin “Lisan-ı Türki” (1880) çalışmasında dile getirdiği Türkçe’nin milli bir dil olarak ele alınması meselesi Yusuf Akçura’nın 1904 yılında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” (1904) çalışması ile siyasal bir doktrin olarak aydınların gündemine girer.

Ziya Gökalp’in İtalyan yazar Dante’nin “La Vita Nova” (1295) eserinden esinlenerek ortaya attığı “Yeni Hayat” fikri “Türkçülük” ideolojisini güçlü bir teori olarak ortaya çıkarır.

Tüm bu gelişmeleri yakından takip eden Ömer Seyfettin 1911 yılında kaleme aldığı “Yeni Lisan” (1911) makalesi ile bu teorileri önce lisanda pratik bir metot ile somut hale getirir ve “Bahar ve Kelebekler” (1911) hikâyesi ile edebi sahada ilk teşebbüsü bizzat hayata geçirir.

Türkçülük ideolojisinin içtimai ve siyasi hayatta somut bir karşılık bulmasını sağlayan gelişme, yine Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı “Primo Türk Çocuğu” (1911) isimli öykü olduğu görülür.

Ömer Seyfettin, bu eserde Türklüğünden kopmuş aydının yaşadığı yabancılaşmayı Kenan karakteri üzerinden okura göstererek Türk kimliğini politik olarak edebi hayata taşır.

“Türkçülük” ideolojisi Ömer Seyfettin ile bir doktrin ya da felsefi bir tartışma olarak kalmaktan kurtularak mücessem bir kimliğe bürünür.

Tüm bu çalışmalar, Ömer Seyfettin’in 1911 öncesi hikâye anlayışını tamamen terk ettiğini gösterir.

Yazar teknik açıdan hikâyelerini “Yeni Lisan” (1911) anlayışına uygun bir dil ile kaleme alırken içerikte “Türkçülük” doktrinine uygun konular seçer.

Nazım Hikmet Polat’ın 1911 yılı sonrası Ömer Seyfettin şiiri için kullandığı “Gerçek kimliğini bulma” tanımlaması benzer şekilde hikâyecilik anlayışının ilkeleri için de geçerli olduğu görülür.

Primo Türk Çocuğu ve diğer tüm Türkçü eserlerde milliyetçilerin tek muarızı Batılılar ve Batılılaşmayı yanlış anlayanlardır.

Buna rağmen günümüzde Batılılaşmayı Türkçülüğün esasından alıp Müslüman olan halklara düşmanlık yapmayı bu ideolojinin gereğinden sayanlar en azından kendisini Türkçülüğü inşa edenlere refere etmeleri abesle iştigal olduğu açıktır. | © The Independentturkish | Mehmed Mazlum Çelik

Yayınlama: 21.11.2024
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.