Osmanlı’da kumar ve bahis
Independent Türkçe | Mehmed Mazlum Çelik
Kumarın geçmişi tarihi kalıntılarda Antik Mısır ve Hint medeniyetlerine kadar uzanmaktadır.
Bu illetin başlıca enstrümanı kabul edilen zarlara dair sayısız kalıntı ve tarihi resim, gravür ve heykel söz konusudur.
Birçok medeniyet zara farklı anlamlar yüklemiş kader ve talihle ilişkilendirmiştir.
Antik Yunan Medeniyetinde Tanrılar Posedion, Zeus ve Hades dünyayı zar atarak paylaşmış, aralarında taksim etmişlerdi.
Roma’ya geldiğimizde kumar kendi mahfillerine kavuşacaktı, hatta bugün bir gezegen ismi olarak andığımız Venüs, Romalılarda düşeş anlamına gelmekteydi.
Yine kumara dair pek çok terim köklerini Roma’dan almaktadır.
Kumara ilk tepkiyi Hıristiyanlık dini koymuş ve tüm dünyada yaygın olan tavlayı 18’inci yüzyıla kadar yasak kılmıştı; fakat kumara en sert çizgiyi çeken İslam dini olmuştu.
Bakara Suresi’nde konuyla alakalı şu net ifadeler geçmektedir:
“Sana, şarap ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki: Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.”
Maide Suresi ise daha kesif ifadelerle bu illeti reddeder:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”
Zarın yanı sıra kumarın bir diğer önemli aygıtı iskambil kâğıtları olmuştur.
Çin’den dünyaya yayılan bu illet aynı zamanda fal gibi din dışı temayüllerde de kullanılması nedeniyle zardan daha tehlikeli bulunmuştur.
Osmanlı’da kumar cezası
Osmanlı’da kumar farklı dönemlerde farklı cezalarla olmak üzere her zaman yasak olmuştur.
Bu illete ilk katı cezayı getiren Kanuni olmuştur.
Buna göre kumara karışanlara kürek cezası verilmesi öngörülmüş ve toplumda sakıncalı eylemlerden birisi olarak kabul edilmiştir.
Tanzimat ile beraber kürek cezası yerini falakaya bırakmış, kişi ilk kumar cürmünde 79 sopa ile cezalandırılacak tövbesini bozması halinde bu ceza katlanarak uygulanması kararlaştırılmıştı.
Normal şartlarda gayrimüslimlerin sosyal hayatlarına karışmayan devlet, kumar meselesinde aynı sert tedbirleri Rum ve Ermeni vatandaşlarımız için de uygulamaya çalışmış olması Osmanlı’nın kumarı yalnızca dini zorunluluklar çerçevesinde ele almadığını göstermektedir.
Nihayet Mecelle’deki “‘Bilâsebeb- i meşru’ birinin malını bir kimsenin ahz eylemesi caiz olamaz” maddesiyle kumardan elde edilen her türlü servete devletin doğrudan el koyabileceği yasal güvence altına alınmış ve bu fiil hiçbir şekilde hoş görülmemiştir.
1839 yılında hız kazanan Modernleşme hareketi ile bazı eylemler Batılılaşmanın bir nişanesi olarak görmesiyle halk arasında yaygınlık kazanacaktı: Vals, kumar ve içki.
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın bölgede başlattığı modernleşme hareketi ile Mısırlılarda bu temayül İstanbullulardan beterdir.
Öyle ki İkinci Abdülhamit, Mısır’dan gelen kadınların ve erkeklerin İstanbulluların ahlakını bozarak kumar gibi alışkanlıklara neden olması nedeniyle tedbir alınmasını isteyecekti.
Mısır’ın önemli devlet adamlarından Halil Şerif Paşa öylesine kumar batağına saplanmıştı ki İstanbul dışında görev alması yasaklanmış yine de şehirde devlet ricalini utandıracak işlere karışması engellenemeyecekti.
Ahmet Mithat, Batı’nın garabeti olarak gördüğü kumarı şu sözlerle eleştirecekti:
“Balolarda kumar masaları adeta alelumum böyle sefâhet-i kumarı kendilerine mubah addedenlere mahsûs olup, gençler ise raks ile adeta muvazzaftırlar. Yaşlılara kumar masaları küşâd edilmemiş olsa da yalnız oyunların temaşasıyla kendilerini eğlendirebilmek kabil olamaz. Gençler için raks mecburi addedilmeyip kumar masalarına devam müstahsen görülse kadınları sıçratacak, oynatacak adam bulunamaz. İşte bu sebeplere mebni kartlara en ziyade yakışık alan şey raks salonlarında heybet-i mahsusalarıyla kızlarının, gelinlerinin ve ekseriya görüldüğü üzere zevceleri genç ise onların şevk u imbisatlarını kırmaksızın kumar odalarına çekilmektir.
(Ahmet Mithat, Avrupa Adâb-ı Muâşereti Yahut Alafranga)”
Gerçekten de ordudaki subayların önemli bir kısmının kumar batağına saplanması Batılılaşma sürecinde kumarın toplum üzerindeki etkisini gösteriyordu; çünkü Osmanlı’da en hızlı Batılılaştırılan kurum orduydu.
İstanbul’u kumarbaz yapan Ruslar
Birinci Dünya Savaşı birçok insanın yerinden ve yurdundan sürgün olup vatansız kalmasına neden olmuştu.
Bu travmanın en şiddetli yaşandığı sığınaklardan birisi de İstanbul’du; fakat bu kez akın akın gelenler ne Türk’tü ne de imparatorluğunun bakiyesi olan Müslüman ahaliydi.
Bu kez gelenler 1878 yılında yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın yurdundan olmasına neden olan mağrur Ruslardı.
Tarih yine tüm dünyaya bir ibret dersi veriyor; zalimi bir kez daha mazlum duruma düşürüyordu.
Üstelik gelenler sırtlarına çıkınlarını alıp, azıcık ziynetiyle yola koyulmuş da değildi; ellerinde silahlar ve savaş teçhizatı ile çoğu Çarlık Rusya ordusu mensubuydu. İçlerinde prensler, generaller, prensesler ve subaylar olmak üzere 150 bin Beyaz Rus İstanbul kapılarına dayanmıştı.
1917 yılında Çar ve ailesinin öldürülmesinden sonra bir iç savaş ve yıkım bataklığına saplanan Rusya’da kardeş savaşının mağlupları hayatta kalabilmek için işgal altındaki İstanbul’un insanlarına sığınmıştı.
Pay-i tahtın o zamanki nüfusu 900 bin civarındaydı; ama 150 binin üzerinde Beyaz Rus’a kapılarını açmıştı.
Bugün ile karşılaştırdığımızda 18 milyonluk şehre bir anda 2 milyonun üzerinde mültecinin gelmesi anlamına geliyordu.
İstanbul’u dolduran Beyaz Rusların önemli bir kısmı okumuş ve meslek sahibi kişilerdi.
Doktor ve zanaat ustası olanlar kısa bir süre içerisinde hayata tutunmayı başardı.
Beyoğlu ve Galata’yı mesken tutan Ruslar, İstanbul’un bir parçası olmuştu artık.
Oysa elinde askerlik dışında bir zanaatı bulunmayan çoğu Rus, para kazanabilmek için farklı yollara başvurmak zorunda kalacaktı.
Kolay para kazanmanın en kestirme yolu eğlence sektörü ve kumardan geçiyordu. Tombala ismi verilen oyun kısa sürede İstanbul ahalisinin vazgeçilmez eğlencesine dönüştü.
İstanbul uleması ise zaten fakirlik içerisinde kırılan Müslüman Türklerin paralarını tombala gibi Rus menşeili kumarlarda kaybetmesine savaş açarak bu oyunun yasaklanması için harekete geçti.
Kısa sürede bu oyun terk edilmiş ve ahalinin gündeminden düşürülmesi başarılmıştı; ama Ruslar kumar konusunda birbirinden yaratıcı fikirlerle Türklerin aklını başından almasını biliyordu.
Tombalanın dışında Çarkçılık ve Hamam böceği yarışmaları gibi oyunlarla Beyaz Ruslar, Türklerin ceplerindeki son kuruşa kadar almanın yolunu bir şekilde buluyorlardı.
Hamam böceklerinin arkasına bağlanan minik arabalarla yarışlar yapılıyor ve bu kumarda da Türkler büyük paralar kaybediyordu.
Yine eğlence sektöründe çalışan Rus kadın mültecilere gönlünü kaptıran Türklerin yaşadığı trajediler yuvaların yıkılmasına sebep oluyordu.
Rus eğlence sektörü Türk edebiyatının büyük isimlerini de müdavimi haline getirmişti.
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sait Faik Abasıyanık gibi isimler bu gecelerin değişmezleriydi.
Türk medyasının güçlü kalemlerinden Hikmet Feridun Es bu durumu şöyle tasvir edecekti:
“Galata’da, Tünel’in yanındaki Domuz sokağında baş döndürücü bir faaliyet göze çarpıyordu… 24 saat açık, her an yiyecek sıcak bir şeyler, kışın konyaklı punca kadar içilecek nesne bulunduğu için Petrograd, entelektüel bohem dünyasının tek merkezi olmuştu. Belki biraz kozmopolit ama bir Avrupalı havası getirmişti… Gece yarısı, dolgun bir bahşiş verdikten sonra eve giderken, beyaz giysili, sahici bir kontes ‘Garsone Hanım’ın elini öpen bir üniversite profesörü: Mustafa Şekip Bey! Gedikli müşteriler arasında kimler yoktu?
Ahmet Hamdi Tanpınar, Çallı İbrahim, Nahit Sırrı ürik, Kâzım Sevinç, Hemen yan sokaktaki, içkili ‘Bizim Lokanta”nın sahibi aktör Rasıt Rıza… gecey arısı müşterileri. Sait Faik, Bahriyeli Kırmızı Rıdvan (Ajda Pekkan’ın babası)… Daha kimler? Kimler? Servet-ı Fünun’cular için Tepebaşı bahçesi… Ziya Gökalp için Çınaraltı. Yedi meşaleciler için Küllük. Petrograd böyle bir toplantı merkezi idi. Otel bulamayanların veya otel parası çıkışmayan entelektüel bohemin, geceden arta kalan son bir iki saati geçirdikleri bedava otel…
(Yarım Yüzyıl Önce Esen Müthiş Fırtına
Beyaz Ruslar İstanbul’da)”
Bir kumarbaz Sarayı dolandırmaya kalktı
Cumhuriyet Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Yüksel’in belgelerini yayımladığı en önemli sahtekarlarımızın başında Yani Kapoçi geliyor.
Kapoçi, hünerli bir ressamdı; fakat gerekli eğitimi bulunmayan genç bir Rum’du.
Ressamlıkta ilerlemek isteyen Kapoçi, bunun için Paris’e gitmek istedi; fakat gerekli parası yoktu.
Günlerden bir gün aklına hınzır bir fikir gelen genç sahtekar Hariciye Nezaretine bir mektup yazarak başta Sultan Abdülhamid olmak üzere devlet ricalini ilgilendiren birçok önemli mesele hakkında hayati sırlara sahip olduğunu iddia etti.
Bu mektuplar Hariciye Nazırı Ahmed Tevfik Paşa’nın dikkatini çekti ve ilgilenilmesini istedi. Hayatının tehlikede olduğunu iddia eden Kapoçi, Dışişleri Bakanı Ahmed Tevfik Paşa’ya İstanbul’a gelebilmek için kendisine dönemin parasıyla 150 lira göndermesini rica eder ve bundan pişmanlık duymayacağının garantisini verir.
Tevfik Paşa parayı göndermez; ama Kapoçi’nin iddialarının araştırılması için Atina’daki Osmanlı elçiliğine talimat gönderir.
Kapoçi mektubunda şu ifadelere yer vermişti;
“…Daha önce de arz eylediğim şekilde, Padişah aleyhine ve aleyhinize bir fesat tertip edildiğini haber aldım. Bu vesileden istifade ederek, bir takım fesatçıya değil, ancak Padişah ile Osmanlı Devleti’ne hizmet etmek istiyorum. Bu hizmeti gerçekleştirmeyi başarmak suretiyle uygun bir istikbal temin etmek niyetindeyim.
Padişahın ülkesinde önemli hizmetlerde bulunacağım noktasında hiçbir şüphe taşımıyorum. İmparator Üçüncü Napolyon’a ilişkin bir tarih kitabında okumuştum. Aşağı tabakaya mensup halktan olan bir İtalyan imparatora güzel hizmetlerde bulunmuş olduğundan Napolyon onu yanından hiç ayırmamıştır.
İşte bendenizde o İtalyalıyı taklit etmek istedim. Size maruzatımı takdim etmekteki aciz maksadım budur. Yoksa 150 lira kazanmak falan değildir. Zaten o miktarda bir parayı herhangi bir tehlikeye bulaşmadan ve sadece kendi sanatımı icra ederek 5-6 ay zarfında kazanabilirim. Bu hususu dikkate alarak talep ettiğim paranın zaman kaybedilmeksizin gönderilmesine onay vermenizi ısrarla yineler ve bundan pişmanlık duymayacağınızı aynı şekilde temin ederim.
Zaten tereddüde sebep olacak kadar büyük bir meblağ değildir. Benim anlatacaklarım belki sadece bir ağacın dalı budağıdır. Unutmayınız ki ağaç budanırsa dalların yerine yenileri çıkar, hâlbuki ağaç kesilirse dallar budaklar da kurur.
Bu münasebetle bir kez daha tekrar edeyim, parayı gönderiniz ve tanınmış birisi değilim diyerek herhangi bir tereddüde düşmeyiniz. Düşününüz ki bir fare, bağlarını dişleriyle kemirerek kurtardığı aslana lütufta bulunabiliyor. Dolayısıyla, buradan küçüklerin de büyük hizmetler gerçekleştirebilecekleri neticesi çıkıyor.”
Genç ve sahtekar ressamın iddiaları dışişleri bakanı tarafından oldukça ciddiye alındı.
Konu üzerinde dikkatle eğilen elçilik 7 Mart 1902 yılında bakanın vehmini gidermek üzere şu cevabı yazacaktı:
“İddiasını ortaya atalı 5-6 ay geçmiş olmasına rağmen, henüz Kapoçi’nin bildiğini iddia ettiği musibetler -her ne ise Allah’a hamdolsun ki- hiçbirisi meydana gelmemiştir. Mademki ifşa edeceği sırlar o denli bir öneme sahiptir, o halde kendisi neden bu önemliliği hissettirmek emeline düşmeyerek yapılan davete rağbet etmemiş ve konu hakkında bir nebze de olsa bilgi verme lüzumu hissetmemiştir?
Çizdiği bu görüntüden ve kendisinin adeta serseri grubuna mensup olanlardan bulunmasından hareketle bildiğini iddia ettiği sırrın kıymetli olmadığı ve maksadının para kapmak olduğu anlaşılıyor. Eğer bu mütalaam ve önceki tahkikatım takdir edilmezse talep ettiği parayı ödeyerek ondan gizli olduğunu iddia ettiği bilginin alınması Padişahın emir ve görüşüne bağlıdır.”
Velhasıl tarihimizde sayısız örnek mevcut olmakla beraber Osmanlı’da kumar genel olarak toplumu ifsat ettiği düşünüldü.
Tanzimat’la beraber Batılılaşmanın bir simgesi olarak görülmesiyle beraber özellikle orduda ve İstanbul’un seçkin aileleri arasında hızla yayıldı.
Özellikle Cihan Harbi sırasında kumar, toplumun tabiri caiz ise iliğini kemiğini kuruttu.
Devlet bu illete ne zaman rıza gösterip yahut görmezden geldiyse deprem, savaş veya ekonomik kriz zamanlarında toplumun adeta altını oydu.
Bugün normalleşmesine müsaade etmek basit bir eğlence olarak görmek Türkiye gibi siyasi krizlere gebe bir jeostratejiye sahip ülkeler için kendi bacağını sıkılmış bir kurşundan başka bir anlam taşımamaktadır.