Laura Spinney’in kitabıma eleştiri | Hint-Avrupa Dilleri Dünyayı Nasıl Ele Geçirdi

Laura Spinney’in kitabıma eleştiri | Hint-Avrupa Dilleri Dünyayı Nasıl Ele Geçirdi

Yaklaşık 6000 yıl önce, bugünkü Ukrayna’da yalnızca az sayıda insan, günümüzdeki en önemli dil ailesinin öncülü olan dili konuşuyordu. Peki bu dil nasıl yayıldı? Şiddet yoluyla mı, kültürel etkileşimle mi yoksa hastalıklarla mı? Laura Spinney, yeni kitabı *”Der Urknall unserer Sprachen” [Dillerimizin Büyük Patlaması]*nda bu başarı hikâyesini ele alıyor – ne yazık ki zaman zaman biraz fazla hayalperest bir dille.

İngilizce, İspanyolca, Rusça, Hintçe ve daha fazlası: Bugün insanların üçte ikisi Hint-Avrupa dillerini konuşuyor, neredeyse üç milyar kişi için bu diller ana dili. Bu rakam, Çin-Tibet dillerini (Mandarince dahil) konuşanların iki katından fazla. Bunları, Afrika’nın Niger-Kongo dilleri (400 milyon), Afro-Asyatik ve Avustronezya dilleri (sırasıyla 350 ve 320 milyon) takip ediyor.

Peki Hint-Avrupa dil ailesini bu kadar başarılı kılan neydi? Ve kökeni nereye dayanıyor?

Bugün en makul yanıt: Bugünkü Ukrayna. Dolayısıyla son üç yılı aşkın süredir doğudaki komşusu tarafından şiddetli şekilde saldırıya uğrayan bu ülke, Laura Spinney’nin kitabında merkezi bir rol oynuyor. Yazar, ülke adını doğrudan “sınırda” olarak tercüme ediyor; oysa Slavca kökenli “kraj” kelimesi – Krain’de olduğu gibi – sadece sınır değil, “bölge” anlamına da gelebilir. Bu çeviri bu yüzden tartışmalı.

“Eğer ölürsem, gömün beni bir kurganın zirvesine, sevgili Ukrayna’nın engin bozkırlarının ortasına,” diye yazmıştı Ukrayna’nın en meşhur şairi Taras Şevçenko. Spinney bu dizeleri alıntılayarak Proto-Hint-Avrupa tarihindeki iki anahtar kavrama işaret ediyor: Bozkır ve Kurgan.

Kurganlar – yani mezar tümülüsleri – bugün Hint-Avrupa dillerinin yayılmasını ilişkilendirdiğimiz kültürün belirgin bir özelliğidir. Bu kültürü “Kurgan kültürü” olarak adlandıran, Litvanyalı büyük tarihçi Marija Gimbutas idi. Uzun tartışmalardan sonra bugün çoğu tarihçi onun 1956’da ortaya attığı hipotezin büyük ölçüde doğru olduğunu düşünüyor: Göçebe topluluklar Hint-Avrupa dilini “Eski Avrupa”ya getirdi. Bu toplum gerçekten Gimbutas’ın iddia ettiği gibi anaerkil miydi bilinmez, ancak yerleşik ve tarım toplumuydu.

Bozkırdan tarım toplumuna geçiş

Peki bu göçebeler – bugün genellikle Yamnaya (Hint-Avrupa kökenli “yam” = kazmak) olarak adlandırılıyor – nereden geldi? Bozkırdan. Ukrayna’nın yarısını oluşturan, ağaçsız, açık ve uçsuz bucaksız bir coğrafyadan. Aynı coğrafyadan tarih boyunca Hunlar, Moğollar ve Avarlar gibi göçebe savaşçılar da çıkmış, yerleşik halklara korku salmıştı. Peki bu klişe Yamnaya halkı için de geçerli mi? Kısmen.

Çünkü Yamnaya halkı – tarihteki tüm insan toplulukları gibi – “saf” değildi. Spinney’e göre “doğu avcı-toplayıcıları ile İranlı çiftçilerin karışımı, biraz da Anadolu ve Levant kökenli çiftçilerden” oluşuyorlardı. Sayıları da şaşırtıcı derecede azdı: Sadece birkaç on bin kişi. Oysa o dönemde Avrupa’da yaklaşık 7 milyon insan yaşıyordu. Peki nasıl oldu da bu kadar az sayıda insanın dili, Proto-Hint-Avrupa dili, bu kadar etkili oldu? Marija Gimbutas’a göre bu, erkek egemen, şiddetli bir istilayla gerçekleşmişti.

Gerçekten de genetik veriler, Yamnaya erkeklerinin Y kromozomlarının Avrupa’da oldukça yaygınlaştığını gösteriyor. Spinney, bunu abartılı bir örnekle anlatıyor: “Bugün Erivan sokaklarında Sovyet döneminden kalma binaların önünden geçen veya kafelerde kahve içen birçok Ermeni erkeğin” bu Y kromozomlarını taşıdığını yazıyor. Ayrıca eski Roma’daki “ver sacrum” (kutsal bahar) kavramına gönderme yaparak, her yıl genç erkeklerin kabilelerinden ayrılıp yeni yerler aramak üzere yollandığını savunuyor. Genellikle anne tarafındaki dayıların yanına gönderilerek erken yaşta evden ayrılıyorlardı.

Ama bu erkek grupları – Spinney bir yerde “kardeşlik” diyor – nasıl oldu da yerleşik toplumlar içinde üst sınıfa dönüştüler? Burada devreye hastalıklar giriyor, tıpkı Avrupalıların Amerika’yı istila sürecinde olduğu gibi. Yamnaya halkında sık görülen bir gen varyantı, Multiple Skleroz riskini artırsa da, onların hayvanlardan bulaşabilecek hastalıklara daha dayanıklı olmasını sağlamış olabilir. Hatta belki de yanlarında veba getirmişlerdi ve buna karşı bağışıklıkları daha iyiydi.

Sütü sindiremeyen göçebeler, ama alkol vardı

Vücut özellikleri de belirleyici olabilir: Yamnaya erkekleri ortalama on santimetre daha uzundu ve daha kaslıydılar. İlginçtir ki laktoz sindirme yetileri yoktu; bu yüzden sütü fermente ederek, yani muhtemelen yoğurt ya da peynir olarak tükettiler. Ama alkol tüketiyorlardı – bu da, “met” kelimesinin proto-Hint-Avrupa kökenli olduğunu düşündürüyor. Aynı şekilde “mel” (Latince bal), Tocharca üzerinden Çinceye bile geçmiş olabilir (“mi”). İçki kaplarında bulunan tahıl ve üzüm kalıntıları, Spinney’i, alkolün bu toplumda ritüellerin merkezinde yer aldığına inandırıyor. Esrar kullanıldığına dair iddiası ise kanıtsız kalıyor.

Peki “ilk kelimeler” Yamnaya hakkında bize başka ne söylüyor? At, köpek, sığır gibi hayvanları tanıyorlardı. Konuksever olduklarına dair ipuçları da var: Latince’de “yabancı” (hostis) ve “misafir” (hospes) kelimelerinin aynı kökten gelmesi, bu kelimenin hem dostu hem düşmanı ifade edebilmiş olabileceğine işaret ediyor. “Keklos” (İngilizce wheel – tekerlek) kelimesinin yuvarlak bir şeyi mi, yoksa doğrudan tekerleği mi ifade ettiği hâlâ tartışmalı. Ama “roteh” (rotor vb.) gibi ikinci bir kelimenin varlığı ve “eksen” kelimesinin izleri, bu halkın tekerlekli araçlar yapabildiğini gösteriyor.

Üçüncü bir “tekerlek” kelimesi

Hititler – meşhur savaş arabalarının ustaları – ise tekerlek için farklı bir kelime kullanıyordu. Bu, dilbilimciler için önemli: Çünkü Hititçe dahil tüm Anadolu dilleri, Proto-Hint-Avrupa’dan değil, daha eski bir ortak atadan türemiş olabilir. Bu dilin konuşurları, 6500 yıl önce henüz tekerleği bilmiyordu. Spinney’e göre bu “ana dil”, belki de Tunç Çağı öncesinin bir ortak ticaret diliydi; Trabzon ya da Kolhis’ten gelen elçiler, ya da Don ve Volga üzerinden gelen bozkır habercilerinin dili olabilir.

İşte Spinney’nin üslubu burada oldukça romantikleşiyor. Daha sade ama net anlatımlar arayanlar için Harald Haarmann’ın “Die Indoeuropäer” (Hint-Avrupalılar) adlı kitabı daha uygun olabilir. Yine de, Spinney’nin kabileler, genler ve diller arasındaki bu büyüleyici etkileşimi merak uyandırıcı biçimde anlattığı kesin. Ne yazık ki çeviri zayıf. Beşinci yüzyılda “Almanca’nın” İngiltere’ye geldiği gibi bariz hatalar, bu kitaba olan güveni zedeliyor.

Der Virgül: “Bilimsel temellendirmede zayıf”

Laura Spinney’nin kitabı, “Der Urknall unserer Sprachen” (Dillerimizin Büyük Patlaması), bilimsel verileri edebi bir dille harmanlamaya çalışıyor, fakat bu anlatım biçimi zaman zaman hayal gücüne fazla yer bırakıyor. Örneğin:

Jamnaja halkının yayılmasını açıklarken “ver sacrum” gibi antik mitolojik kavramlara başvurması, anlatıyı zenginleştirse de tarihsel gerçeklikle spekülasyon arasında net sınırlar koyamıyor.

“Bruderschaft” (kardeşlik grubu) gibi tanımlar, tarihsel olgulardan çok, anlatının dramatik etkisini artırma amacı taşıyor.

Aşırı Romantikleşen Üslup

Spinney’nin anlatımı, özellikle Step kültürünü ve Jamnaja halkını betimlerken romantik bir arkeoloji diline kayıyor. Örneğin:

Trabzon’dan veya Kolhis’ten gelen elçiler gibi ifadeler, somut verilere dayanmayan, daha çok bir yazarın iç dünyasını yansıtan “hayali sahneler” sunuyor.

Bu da okurun zihninde masalla tarih arasında bulanık bir alan oluşturuyor.

Yorumcu da bu noktada haklı olarak, “çok hayalperest” diyerek Spinney’nin anlatımının bilimden ziyade edebiyata yaklaştığını eleştiriyor.

 Çeviri Kalitesi ve Editoryal Hatalar

Yazı, kitabın Almanca çevirisinin zayıf olduğuna işaret ediyor. Örneğin:

  1. yüzyılda “Almancanın İngiltere’ye geldiği yönündeki ifade, açık bir anakronizm. Almanca değil, Cermen dillerinden biri olan Anglosaksonca İngiltere’ye gitti.

Bu tür hatalar, hem çevirmenin konusuna hâkim olmadığını gösteriyor, hem de okuyucunun güvenini zedeliyor.

Fikirlerin Kaynağı ve Alternatif Okumalar

Metinde Spinney’nin Gimbutas’ın Kurgan teorisini esas alması olumlu ama yeterince eleştirel değil. Gimbutas’ın “Anaerkil Eski Avrupa” yorumu gibi kimi tartışmalı iddialarına eleştirel bir mesafe koymadan yer verilmiş.

Yazının sonunda, Harald Haarmann gibi daha sistematik ve az “romantik” yazarların önerilmesi, Spinney’nin anlatısının alternatiflerinin bulunduğuna işaret ediyor. Bu da, kitabın bilimsel alanda referans olma iddiasını zayıflatıyor.

Laura Spinney’nin kitabı, dilbilimsel ve genetik geçmişe dair merak uyandıran konuları popülerleştirici bir üslupla ele alıyor; ancak:

  • bilimsel temellendirmede zayıf,
  • dil ve anlatımda fazlasıyla edebi,
  • çeviri ve editörlükte hatalı,
  • eleştirel filtreyi yeterince çalıştırmayan bir yapı sunuyor.

İyi bir roman ya da belgesel senaryosu olabilir, ama ciddi bir akademik kaynak olarak yetersiz. | ©Derleyen DerVirgül

Yayınlama: 17.04.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.