‘1864 Çerkes Soykırımı’ | Kim bu Çerkesler?
Çerkes Sürgünü ya da Çerkes Soykırımı, Çerkesler tarafından Tsitsekun olarak da bilinir, Rusya’nın Çerkesya’yı işgalinin ardından, 21 Mayıs 1864 tarihinden sonra yoğunlaşmak üzere, Rus İmparatorluğu tarafından Çerkes halkına gerçekleştirilen toplu katliam, etnik temizlik, tehcir, ve sürgün…
1864 Çerkes Soykırımı sürecinde bir milyondan fazla insan katledilmiş, Çerkesya Karadeniz sahil şeridi boyunca Anapa, Soğucak, Gelendjik, Tuapse ve Soçi’yi içine alacak şekilde Abhazya’ya kadar tamamen Çerkeslerden temizlenmiş, Kuzeyde Kuban nehrini takip ederek doğuda Mozdok’a kadar olan bölgede ise çok az sayıda Çerkesin yaşamasına müsaade edilmişti.
Rus Çarlığı 1567’de iskan etmeye başladığı Kazaklara ait Stanitsa’ların sayılarını artırarak 1800’lerden itibaren Çerkesya’yı tamamen ortadan kaldırmak istemiş, Soykırım sürecinde de serfliği kaldırarak özgürleştirdiği topraksız kölelerini Çerkeslerden temizlediği köy ve kasabalara yerleştirerek onları toprak sahibi yapmıştı.
Çerkesler modern dünyanın gördüğü ilk büyük soykırımın kurbanları olarak vatanlarından binlerce km uzakta ayrı devletlerin sınırları içinde kendilerine ait olmayan savaşlarda ölerek, hayatta kalanları da yeni kimlikler, kültürler ve diller edinerek yaşamaya zorlanmıştı.
1864 Çerkes Soykırımdan sağ kurtulanların topluca sürgün edilmesi halk için ikinci bir soykırıma neden olmuş, Çerkesler yıkılmakta olan bir devletin nasırlaşmış meseleleriyle bir savaştan diğerine savrularak ama bir gün Kafkasya’ya geri dönecekleri inancını hep diri tutarak, Osmanlı coğrafyasında hayatta kalma mücadelesine girişmişti.
Çerkeslerin sürgünü ile Osmanlı ordusu Türkçe bilmese de ölmeye hazır sadık askerlerle, istihbaratı gözü kara tetikçilerle, zengin haneleri de kılıç artığı yetim çocuklar ve nikahlanmayı bekleyen dul kadınlarla dolmuştu…
Kim bu Çerkesler?
Çerkesler, binlerce yıldır Kuzey Kafkasya’da yaşayan ve komşuları Slav, Türk ve Farsi topluluklarla hiçbir akrabalık ilişkisi olmayan kadim ve otokton bir halktır. Rusya Federasyonu’na bağlı Adigey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar adlı üç farklı cumhuriyetin sınırları içerisinde parçalanmış olan Çerkeslerin tarihi anavatanı bu bölgelerin ötesinde Kırım’dan Abhazya’ya kadar olan tüm Karadeniz sahil şeridinden, kuzeyde Kuban nehrini çevreleyecek şekilde doğuda Osetya’ya doğru sarkan toprakları içine alır.
Rus Çarlığından Sovyetlere miras kalan, böl-parçala-yönet siyasetinin bir neticesi olarak günümüzde anavatanda yaşayan Çerkesler üç farklı isim altında, sonradan çizilip ellerine tutuşturulmuş iki farklı bayrakla ve üçe bölünmüş yapay sınırlar içinde sahte kimlikler edinerek yaşamaya zorlanmıştır.
Tarihsel Geçmiş
Çerkes soykırımıyla neticelenen Rus-Çerkes ilişkileri Çar Korkunç Ivan ( 1547-1584 ) döneminde başlamış, 1552’de Kazan’ın ve 1556’da da Astrahan’ın işgali ile güneye sarkan Rus orduları Kafkasya sınırlarını aşıp 1567’de ilk Kazak-Stanitsa’sı kurulmuştu. 1567’den itibaren işgaller adım adım devam etse de yıkım sürecinin 1700’de başladığı ifade edilebilir. 1700 İstanbul antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan Azak kalesini ele geçirerek ilk kez Karadeniz’e ulaşan Rus Çarlığı, o günden başlayarak Kırım Hanlığı ve Çerkesya topraklarına doğru sarkmış, süreçte Çarlığın kontrolüne giren ve Ruslaştırılan bölgeler de gittikçe genişlemişti.
1864 Çerkes Soykırımı
Rus Çarlığı senelerce başına bela olmuş Don ve Volga Kazaklarına Stanitsa denen askeri-köyler kurarak ve onlara işgal ettiği topraklardan dağıtarak bir kolonizasyon hattı meydana getirmişti. Kafkasya’nın işgalinde sona yaklaşılırken, Rusya’da senelerdir süren Serflik 1861’de kaldırılmış, Serfliğin kaldırılmasıyla hürleşse de topraksız olan ve sayıları on milyondan fazla olan Rus kölelere işleyebilecekleri verimli topraklar Kafkasya’dan dağıtılmıştı.
Bu toprak dağıtım süreci, Karadeniz sahil şeridindeki Çerkeslerden ‘temizlenen!’ köy ve kasabalardan başlamak üzere doğuya doğru tüm Kafkasya’ya uzanmıştı. 1783’te işgal edilen ve Ruslaştırılan Kırım gibi, Çerkesya’nın tüm Karadeniz sahil şeridi her ne pahasına olursa olsun Çerkeslerden temizlenecek ve Ruslaştırılacaktı. Rus kolonizasyonu Kırım, Çerkesya ve Abhazya’da yerli halkların soykırıma tabi tutularak imhasıyla ve arta kalanların da topluca sürgün edilimesiyle son bulmuştu.
Sürgün öncesinde Çarlık Rusya bölgede yeni kurulan 111 Stanitsa’da 14 bin 223 aile ve yaklaşık 85 bin nüfus yerleştirmişti. Bu süreçte kuzeyde Don Nehri’nin ağzından, güneyde Abhazya’ya, Batı’da Kerç boğazından, doğuda Hazar kıyısındaki Kuma’ya kadar olan tüm Kafkasya’da toplam 440 bin Rus-Kazak-Ukraynalı vs. iskân edilmişti.
Bu iskânlar sürecinde bölgedeki Çerkesler ile uzun süren savaşlar yapılmış, halk soykırıma uğratılmış, hayatta kalabilenler diğer kabilelerin yanlarına ve yüksek dağlara sığınmak zorunda kalmıştı.
Bu savaşlar sürerken onbinlerce Çerkes ailesini kaybetmiş, dul ve yetim kalanlar, açlık ve sefalet içinde köle tüccarlarının eline düşmüştü. 19. yüzyılın başlarından 1864’e kadar olan süreçte, onbinlerce hür doğmuş Çerkes, dul ve yetimler başta olmak üzere Rus savaşlarının ve soykırımın yıkıcı neticeleri sonucunda köleleştirilerek Osmanlı topraklarına satılmak durumunda kalmıştı.
1856 Kırım Savaşı’nı kaybeden Çarlık Rusya, ciddi bir prestij kaybına uğrayıp Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını dahi kaybetmiş, bu mağlubiyetini de Kafkasya’daki direnişe saldırarak gidermeyi tercih edip, Dağıstan ve Çeçenistan’da faaliyet gösteren İmam Şamil 1859’da esir edilmiş, Rus kolonyalizminin önünde engel olarak sadece Çerkesya ve Abhazya kalmıştı. Mücadele bu bölgelerde şiddetlenerek devam etmiş Çerkes ve Abhazların direnişi 1864’e kadar altı sene kadar daha sürmüştü.
Süreçte Çerkeslerin hızla Kafkasya’yı boşaltmalarının sağlanması için de askeri birlikler şiddet uygulamış, halk kadın ve çocuklar ayırt edilmeksizin katledilmiş, Çerkeslerin köyleri ve tarlaları yakılmış, halka aç kalıp ölmek ya da sürülmekten başka seçenek bırakılmamıştı. 21 Mayıs 1864’te Soçi sırtlarındaki Kbaada’da gerçekleşen son savaşta Çerkesler mağlup olmuştu.
Karadeniz sahillerine sürülen yüz binlerce Çerkes’in perişan hâline şahit olan Rus tarihçi Berje’nin sözleri 1864 gerçeğini gözler önüne sermiştir: “Novorosisk Körfezi’nde toplanmış 17 bin dağlının bende bıraktığı korkunç izlenimi hiç unutmayacağım. Yılın bu sert zamanında neredeyse tamamen gıdasız kalan, tifüs ve çiçek salgınıyla kırılan bu halkın hâli içler acısıdır. Gökyüzünün altında çıplak arazide yırtık elbiselerinin içinde katılaşmış cesediyle yatan genç Çerkes kadının ve biri can çekişen diğeri annesinin göğsünden süt emmeye çalışan çocukların manzarası hangi kalbi sızlatmaz? Benzer pek çok sahne gördüm…”
1864 öncesinde, Osmanlı Devleti kıyılarından Rus işgalindeki Karadeniz sahillerine kayık ve sandalların gitmesi yasak iken, Trabzon’daki Rus Konsolosu Çerkesya ve Abhazya sahillerinden muhacir nakletmek isteyenlere hemen açık pasaport vermeye başlamıştı. Rus koloniyalizmi Çerkes ve Abhazlardan arındırılmış bir Batı-Kafkasya için her tür imkanı seferber edip, hayatta kalan tüm Çerkes ve Abhazları da bir an önce nakletme işine koyulmuştu.
Rus subay Ivan Drozdov, Soçi’ye ulaşmaya çalışan Çerkeslerin mahveden yürüyüşünü anlatırken: ‘Erkek, kadın, çocuk, yaşlı bir Çerkes kafile, açlıktan ve hastalıklardan bitkin cesetler halinde yürürken, aç köpeklerin saldırısına uğrayıp canlı canlı yeniyordu…’ ifadesini kullanmıştı.
1864 Çerkes Soykırımdan canlarını kurtarabilen Çerkesler oldukça yabancısı oldukları Osmanlı coğrafyasının uzak köşelerinde, farklı etnik, din, mezhep ve kültürden halklarla bir arada yaşama becerisi kazanırken, kimi yerde de onlarla çarpışmış nüfusunun büyük bir kısmını da savaşlar, hastalık ve salgınlar sebebiyle kaybetmişti. Çerkesler ağırlıklı olarak Osmanlı topraklarına sürülse de, İngilizler tarafından gönderilen gemilerle de yağmalanan bir halktan geriye ne kaldıysa Malta, Cebelitarık ve hatta Jamaika’ya kadar taşınmıştı.
Çerkes Sürgünü
1863-1864 kışından itibaren Çerkeslerin sürgününde ciddi artış meydana gelmiş, başlangıçta 40-50 bin kişi olacağı tahmin edilen muhacirlerin sayısı, kısa zamanda 400 bine ulaşmıştı. Takip eden aylarda bu sayı fazlasıyla artmış, vaktiyle Kafkasya’da kalabalık köy ve kasabaların bulunduğu vadiler bir insana bile rastlanamayacak derecede ıssızlaşmıştı.
Aralık 1864’te sadece Trabzon’a sürülen Çerkes muhacir sayısı 100 bini geçmiş, çoğunun üzerinde giyeceği bir parça elbisesi bile olmayan, salgın hastalıklara yakalanmış bu kadar insanı Trabzon gibi nüfusu o dönem 10 bini geçmeyen bir şehirde barındırmak da mümkün olmamıştı.
İtalyan Dr. Barozzi’nin komiser olarak görev yaptığı Trabzon ve Samsun’a yaklaşık olarak 350 bin Çerkes getirilmiş, fakat sadece Trabzon’da hastalık, açlık ve sefalet yüzünden 35 bininin öldüğü kayıtlara geçmişti.
1864’ün ekim sonuna kadar sürülenlerden 40 bini Trabzon ve 60 bini de Samsun’da olmak üzere 100 binden fazla Çerkes ölmüş, şehirlerin çevresi Çerkes mezarlıkları ile dolmuştu. Trabzon kıyılarına ayak basan muhacirlerin sayısı yaklaşık olarak 220 bini bulmuş ve bunlardan dul ve yetimler başta olmak üzere yaklaşık 10 bini açlık ve hastalıktan ölmektense köle olarak satılmak zorunda kalmıştı.
Çerkeslerin İskanı
Osmanlı Hükümeti, muhacirlerin dağınık şekilde iskân edilmelerini benimsemiş olmakla birlikte, Çerkeslerin toplu halde iskan edilmelerinin siyasi ve askeri yönden uygun bulunduğu Sivas-Kayseri arasında yer alan Uzunyayla’da, Düzce-Adapazarı ve Güney Marmara’da toplu iskânlara da izin vermişti.
Devlet-i Ali’nin iskân siyasetinden Çerkeslerin payına düşen devletin bekası için gerekli görülen bölgelere iskan edilmeleri olarak gerçekleşmişti. 1864-1877 döneminde sadece Rumeli’nde iskan edilmiş olan Çerkes sayısı yaklaşık 400 bin olarak ifade edilmiş, Kemal Karpat tarafından verilen bilgilere göre 1860’lardan itibaren Kafkasya’dan sürülen Çerkeslerin sayısı 1.2 milyonu bulmuştu. Çerkesler kafileler halinde sürgün yollarına düştüğünde, Osmanlı Hükümeti kaybedilen savaşlarla azalan Müslüman nüfusu tahkim etmek, çıkması muhtemel bir büyük savaş öncesi Anadolu’da safları sıklaştırmak ve elde kalan topraklarda Müslüman çoğunluğu sağlamanın telaşıyla derin bir iskan siyasetini uygulamaya koymuştu.
Sinop’tan başlayarak, Samsun, Amasya, Çorum, Yozgat, Tokat, Sivas, Kayseri, Maraş, Adana, Antakya, Hama, Humus, Şam, Golan Tepeleri, Amman ve Akabe’ye kadar olan, Karadeniz’den Kızıldenize uzanan 1900 km’lik hat üzerinde en uzak köyler arası mesafe atla bir günde ulaşılmak kaydıyla Çerkesler iskan edilmişti. Bu hattın batısında yer alan Anadolu, Suriye ve Filistin toprakları her ne pahasına olursa olsun savunulacak ve devrin idarecileri tarafından devletin kırmızı çizgisi olarak kabul görecekti.
Düzce’den başlayarak, Adapazarı, İzmit, Yalova, Bilecik, Eskişehir, Bursa, Balıkesir’den Çanakkale’ye uzanan ikinci hat ise, başta İstanbul ve Saltanat olmak üzere boğazları da koruyacak şekilde Karadeniz’den Ege’ye kadar uzanmıştı.
Bu iki hat dışında iskanlar olmuşsa da Çerkeslerin yüzde 90’ı bu bölgelerde askeri ve siyasi saiklere göre iskan edilmişti. Yıkılmakta olan devletin ön görü sahibi idarecileri Çerkesleri tarım ve hayvancılığı kalkındırması için değil, devletin en iyi şartlarda yıkılmasını sağlayacak harplerde savaşması beklentisiyle iskan etmişti.
Bedel
1864’e kadar hiçbir zaman tebaası olmadıkları Türk olmadıkları gibi Türkçe bir cümle de kuramayan ama savaşçı karakterleriyle nam salan Çerkeslere yıkılmakta olan bir devletin adeta jandarmaları olma vazifesi verilmişti. Devlet zor şartlarda kabul etmek zorunda kaldığı muhacirlerden bir ‘bedel’ ödemesini istemiş ve bu siyasete uygun şekilde onları iskan ve istihdam etmişti. Osmanlı Devleti’nin tekrar güçlenip ezeli düşmanı Rusları yenmesinin Çerkesler’e de Kafkasya’ya geri dönüş yolunu açacağı propagandası muhacirler arasında fazlasıyla taraftar bulmuş, Çerkesler bu hayalin peşine düşmüştü…
Nasılsa Geri Döneceğiz!
Çerkesler, ‘Nasılsa geri döneceğiz!’ inancıyla iskan edilseler de tam anlamıyla yerleşmeden, verilen araziyi nerdeyse ekip biçmeden, derme çatma barakalarda bohçası hazır halde ve ‘Çerkeslik’ denebilecek yüksek duvarlarla örülü, ‘Khabze’ denen örf-adetlerle korunan, ‘Thamade’ denen büyüklerin idaresindeki güvenli sosyal alanlarında yerel dilleri öğrenmeden ve beraber yaşadıkları halklardan uzakta izole bir hayat sürmeyi yeğleyecekti.
Bir gün nasılsa döneceğiz, denilerek beklenen fırsat 1864’den sadece 13 sene sonra karşılarına çıkmış, Rusya 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi) Çerkesler için böylesi kutsal bir misyonu da ifade ediyordu. Yitirilen vatanın, öldürülen akrabaların, kaybolan çocukların ve kaçırılan kadınların intikamını almak isteyen Çerkesler Rumeli’nde ve Kafkas Cephesi’nde akın akın gönüllü olarak orduya katılmıştı.
‘Plevne düşerse İstanbul, İstanbul düşerse de Kafkasya düşer!’ kehanetinin gerçekleşmemesi için Çerkesler Rumeli’nin en uzak köşelerinden Plevne’ye akmıştı…
Bir yanda Ruslardan intikam almak bir yandan da misafir muhacirler olarak, gelinen yeni vatana minnet borcunu ödeyip ona sahip çıkma refleksi Çerkeslerin iktidar ile girdikleri ilişkide büyük ölçüde belirleyici olmuştu. Vatansız kalmanın her tür bedelini ödemeye hazır Çerkeslerin adeta kendilerini tüketircesine altında yaşadıkları çatıyı ayakta tutma çabası döneme damgasını vuracaktı.
1876’da bağımsızlık yanlısı Bulgarlara karşı harekete geçirilen Çerkes çete ve Jandarma birlikleri, düzenli ordu tarafından bastırılamayan ayrılıkçı isyanların önlenmesinde büyük rol oynamıştı. Devlet teşvik edip üzerine Çerkesleri sürdüğü isyanların kanlı şekilde bastırılmasının Avrupa basınına yansıdığı durumlarda ise olayı halklar arası bir çatışma olarak göstermeyi tercih etmişti.
Çerkes çetelerinin karıştığı katliamlar Avrupa basınında yer bulmaya başladığında, daha onbeş sene önce Ruslar karşısında verdikleri kahramanca vatan savunması ile methedilen Çerkeslerin imajı korkunç şekilde zedelenecekti.
Çerkesler bu durumdan bihaber Bulgar isyanında onlara verilen vazifeyi hakkıyla yapma telaşında, belki de ilk kez devletin ‘bizim çocuklar!’ denen ayrıcalıklı sınıfına dahil olmuştu, bu süreç onlara Hamidiye Alayları, Saray Muhafızlığı ve nihayet Teşkilat-ı Mahsusa’nın da kapılarını açacaktı.
93 Harbinde Osmanlı orduları mağlup olmuş ve Berlin Kongresi’nde Rus tarafının bastırmasıyla 1864’te Rumeli’nde iskan edilmiş olan tüm Çerkeslerin bu topraklardan çıkartılması kararı alınmıştı, bu aslında Çerkeslerin ikinci kez sürgüne uğramaları anlamına geliyordu. 1878’de Rumelinden sürülen Çerkeslerin bir kısmı kendi imkanlarıyla özellikle Güney Marmara ve Batı Anadolu’ya geçmiş, Osmanlı Devlet’i ise Rumeli Çerkeslerini özellikle Suriye ve Filistindeki stratejik köy ve kasabalara iskan etmeye çalışmıştı.
Çerkes Abaza Allah…
Anadolu halkı dil ve adetlerindeki farklılıklardan olsa, Çerkeslerle anlaşamamış onları Rumelinden sürülen Türkler gibi makbul ‘muhacirler’ olarak da görmemişti. Sürgün yollarının zorlu şartları ve kıt kaynaklar sebebiyle birçok bölgede çatışmalar çıkmış, Çerkes kafileler köylere sokulmamış, ‘Çerkes Abaza Allah Muhafaza!’ sözü içine birçok şehir efsanesi de katılarak daha Çerkesler iskan edilecekleri köylere ulaşmadan tüm Anadoluya yayılmıştı.
Sünni/Hanefi Müslümanlar olsalar bile, Çerkesler Osmanlı toplumundan oldukça farklı kültürel, siyasî ve sosyal yapıya sahiptiler ve şimdi misafir geldikleri yabancı bir coğrafyada yeni ve zorlu bir hayat süreceklerdi. Özellikle Türkçe bilmemenin getirdiği onlarca zorlukla karşı karşıya idiler. Kendi geleneklerinin bir çoğu yadırganıyor, kadın-erkek ilişkileri ayıplanıyor, peçe takmayan kadınları hafif görülüp Müslümanlıkları sorgulanıyor, tüm sosyal ilişkilerini düzenleyen Khabze ise Osmanlı kanunları tarafından tanınmıyordu. Bütün bu farklılıklar ve Çerkeslerin dışa kapalı bir toplum olma hali senelerce ciddi uyum zorlukları doğurmaya devam edecekti.
1850’lerden itibaren Osmanlı Devleti’ne sürülen Çerkeslerin bir kısmının zamanla askeriyede üst makamlara kadar yükselmesi, dönemin Çerkes paşa ve subaylarının da askeriye içindeki nüfuzlarını artırma isteği, 1864 sürgünü ile Osmanlı vatandaşı olan büyük kitlenin özellikle de askeriye’de istihdam edilmesinin önünü açmıştı.
Çerkes Kadınları
Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde ağırlığı hissedilmeye başlayan ve Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde gittikçe artan sayıda Çerkes köle veya hür kızının saraya verilmesi neticesinde sırtını saraya yaslayan Çerkes beyleri artık Osmanlı Hanedanı’nı akrabaları olarak görmeye ve mülkün sahipleriymiş gibi esip tozmaya başlamıştı.
93 Harbi öncesinde başlayan, sonrasında devam eden Çerkeslerin Osmanlı derin siyasetiyle tanışma süreci özellikle II.Abdülhamid döneminde zirve noktasına ulaşmış Jandarma birlikleri, Hamidiye Alayları ve Hafiye teşkilatı başta olmak üzere mahrem alanlar Çerkeslere açılmıştı.
Saraya verilen, köle ya da hür Çerkes kızlarının hızlı yükselişi Harem içerisinde de yıkılması güç bir Çerkes kadınları iktidarının kurulmasıyla neticelenmişti. Çerkes kadınlarının Harem hakimiyeti, beraberinde hem ordu hem de bürokraside akrabalarının istihdam yolunu açmış, Çerkesler Osmanlı Devleti’nin farklı bir çok bölgesinde nüfuslarının ötesinde bir güç ve nüfuza sahip olmuştu.
Devletin ve Osmanoğlu hanedanın en mahrem alanı olan Haremi fetheden Çerkes kadınlarının bu hakimiyeti, zamanla Saraydan taşıp İstanbulun zengin hanelerinde de uzun süre etkisini gösterecek bir iktidara dönüşecekti.
Köle ya da hür Çerkes kadınlar tarafından kendi örf-adetleri ve nezaket kurallarına göre yetiştirilmiş onbinlerce şehirli ve okumuş bir nesil, batılılaşma hareketinin şimdiye kadar görünmeyen bir önemli aktörüne işaret etmekteydi. Yerli Müslüman kadınlara göre daha liberal sayılacak İslam algısından, haremlik-selamlık uygulamalarını yumuşatan kendi adetlerine kadar, çarşaf yerine giydikleri ‘Saye’ denen milli elbiselerinden esinlenerek sonunda ferace modasına dönüşecek kıyafetleriyle ve peçe takmayarak tesettürü hafifleten modern yorumlarıyla bu kadınlar bir döneme damsagını vuracaktı.
II.Meşrutiyet
1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yaşanan kısmî özgürleşme ortamında İstanbul merkezli Çerkes entelijansiyası da kendi siyasi ve sosyal örgütlenmelerini oluşturarak varlıklarını devam ettirme çabası içine girmiş, 1908’de İstanbul’daki Çerkes asker, bürokrat ve aydınları tarafından kurulan Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti faaliyete geçmişti. Cemiyet ayrıca Ğuaze (rehber) ismiyle bir gazete çıkartmış, Latin harflerini esas alarak bir Çerkes alfabesi hazırlamış, Çerkes Numune Mektebini açarak Müslümanlara ait ilk karma eğitim kurumunu da hayata geçirmişti.
Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti ve yayın organı olan ‘Diyane’ dergisi ise geç dönem Osmanlı kadın hareketi içerisinden tarihi bir yere sahipti. İttihad ve Terakki kadrolarının desteğinin alınmasıyla birlikte Çerkes asker, bürokrat ve aydınları, Çerkes Cemiyeti’nin siyasi kolu olan Şimali Kafkasya Cemiyeti’ni kurup faaliyetlerine başlamıştı. Cemiyetin yürüttüğü aktif siyaset netice vermiş, 1918’de Kafkasya’da ilan edilen Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Osmanlı Devleti tarafından bir bağımsız devlet olarak tanınmış ve bir büyük hedef kısa süreliğine de olsa gerçekleşmişti.
Dedelerimiz Ölürken…
Birinci Dünya Savaşı tüm Osmanlı toplumunda olduğu gibi Çerkesler üzerinde de yıkıcı izler bırakmış, Çerkesler sadece Ruslar karşısında değil tüm cephelerde savaşa dahil olmuştu. Yemen, Hicaz, Filistin, Sarıkamış ve Çanakkale savaşları ismi en çok geçen cephelerdi ve gidenlerin çoğu cepheden bir daha geri dönememişti. ‘Dedelerimiz bu topraklar için ölürken Türkçe bilmiyordu!’ söylemi, farklı bir çok bölgede dillendirilen ortak bir serzeniş olarak bugünlere kadar gelecekti.
1915 Ermeni soykırımı ve tehciri herkesçe bilinmekle birlikte, daha az bilinen konu Çerkes – Ermeni ilişkilerinin çok daha eskilere dayandığıydı. Çerkesler Ermenileri 1864 Sürgünü öncesinde Kafkasya’yı işgal eden Rus Ordularında görev yapan Ermeni askeri birliklerinden tanımıştı. Bu tanışma çok sorunlu bir döneme denk gelmiş ve Çerkeslerin hatıralarındaki Ermeni algısı onların köylerini yakıp, halkını katleden Rus ordusunun işbirlikçileri olarak hafızaya kazınmıştı.
Çerkeslerin Osmanlı coğrafyasına sürülmeleri ile birlikte halklar arasındaki ilişkiler oldukça mesafeli, bazı yerlerde ise patlamaya hazır bir şekilde devletin işaretini bekler haldeydi. 1915’de bu işaret verildiğinde dağa çıkıp eşkıyalık yapan Çerkes çeteler de olaylara dahil olmuş, kimi yerlerde Ermeniler katledilmiş, köylerinden sürülmüş kimi yerlerde de askerlerden kaçırılıp köylerde saklanarak yaşamaları sağlanmıştı.
Hain Çerkes!
1918-1923 İstiklal harbi dönemi ise Çerkes bilinçaltında en büyük yaralardan birini açacak olan tüm halka ‘Hain!’ damgasının vurulduğu sancılı bir dönemdi. Osmanlı ve Ankara Hükümetleri arasında sıkışıp kalan Çerkesler, gerek Ahmet Anzavur – Çerkes Ethem çekişmesinde, gerekse Düzce – Adapazarı ayaklanmalarında karşı karşıya gelip birbirlerini öldürmüştü.
Dönemin en bilinen şahsiyeti olan Ethem Bey, ağabeyleri gibi aslında Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözde elemanlarındandı. Kendisi de bir Çerkes olan Rauf Orbay’ın telkinleri ile başlattığı gerilla mücadelesinde ekseriyeti Çerkeslerden topladığı gençler ile ciddi başarılar göstermişti. Ethem bey, bastırdığı Ankara Hükümeti karşıtı ayaklanmaların birçoğunda, Anzavur Ahmet gibi, saray taraftarı Çerkeslere karşı da savaşan hatta Düzce isyanında olduğu gibi 52 Çerkes – Abhaz yaşlı ve gencini meydandaki çınarlarda asarken sigarasını tüttürebilen inanmış bir ittihatçı askerdi.
Ethem Bey tarafından asılan Çerkeslerin aileleri onu senelerce lanetle ana dursun, O Çerkeslere atılacak bir ‘hain!’ iftirasının da parçası olup vazifesini tamamlamıştı. Ethem Bey giriştiği iktidar mücadelesini kaybedip çekildiğinde, ‘Hain!’ sıfatı ismine ve milliyetine eklenmiş olarak bugüne kadar Çerkes kimliğiyle kendini ifade eden herkesin karşısına çıkarılacaktı. ‘Hain!’ edebiyatı sayesinde erken Cumhuriyet dönemi elitleri tüm Çerkesleri seneler boyunca yaftalayıp, sindirecekti…
Ethem bey kadar olmasa da, döneme damgasını vurmuş bir diğer Çerkes figürü Teşkilat-ı Mahsusa’nın en meşhur elemanlarından olan Enver Paşa’nın sağ kolu olarak da ifade edilen, Kuşcubaşı Eşref’ti. İstiklal harbinde Ethem Bey ve diğerleriyle birlikte aktif olarak yer almışsa da sonunda o da istenmeyen adamlar listesindeki yerini alacaktı.
Nüfus olarak olmasa bile, etkinlik ve görünürlük bakımından Osmanlı askeriyesi ve bürokrasisi içinde oldukça aktif bir pozisyonda yer alan Çerkesler yeni rejimin gözüne kestirdiği ilk iç tehdit olarak tarihe geçip, ciddi bir sindirme ve asimilasyon siyasetine maruz bırakılacak, tüm etnik azınlıklar gibi Çerkesler de ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ amentüsüyle asimile edilmeye çalışılacaktı.
‘Hain’ lekesinden kurtulabilmek için Çerkeslerin önünde çok seçenek yoktu, her daim iktidarın yanında olacak ve en makbul vatandaş olmak için birbirleriyle yarışacaklardı. Cumhuriyetin kurucu kadrosu onlardan etnik ve kültürel tüm geçmişlerini reddetmelerini, dillerini terk etmelerini ve devrime sadık birer Türk vatandaşı olarak hareket etmelerini beklemekteydi. Ancak bu reddiyeyi kabul edenler için tüm devlet kurumlarının kapıları ardına kadar açılacaktı.
Gönen-Manyas Sürgünü
Erken Cumhuriyet dönemi kadroları, henüz Kurtuluş Savaşı devam ederken bir cezalandırma şekli olarak, Osmanlı’dan miras aldıkları iç sürgünü: Gönen-Manyas Çerkeslerinin tehcirini Aralık 1922’de başlatmış, bahar ve yaz sürecinde Sarayla olan akrabalık ilişkileri, Ahmet Anzavur ve Ethem Bey’e verdikleri destekler bahane edilerek, Gönen ve Manyas’a bağlı 14 Çerkes köyü Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürülmüştü. Bu sürgün amacına büyük ölçüde ulaşmış, diğer bölgelerdeki Çerkeslere de göz dağı verilmiş, Çerkesler üzerindeki baskı hiç eksik olmamış, geri dönenler senelerce jandarma nezaretinde hayatlarını sürdürebilmişti.
150’likler
Lozan görüşmelerinde büyük tartışmalar neticesinde en son 150 kişiye indirilen ve tarihimize 150’likler olarak geçen sürgün listesindeki 82 ismin Çerkes ve Abhazlardan oluşması da erken Cumhuriyet dönemi kadrolarının bitiremedikleri hesaplardan bir diğeriydi.
Kefere Dili!
Dinin bir asimilasyon aracı olarak kullanılmasında sakınca görmeyen cumhuriyet kadroları, asker ve öğretmenden sonra imamlar vasıtasıyla da toplum mühendisliği faaliyetlerine devam etmiş, Çerkes köylerine gönderilen imamlar Çerkesçeyi ‘Kefere dili, Moskof dili!’ olarak adlandırmış, önce camide sonra da köyde konuşulmaması için baskı uygulamıştı.
Yakın Mızıkaları!
Türk olmayan Müslüman azınlıkların ciddi baskı altına alındığı bu dönemde Çerkesler sadece dil konusunda değil düğün, eğlence ve müzik konusunda da din kisvesi altında bir asimilasyona tabi tutulmuştu.
Mızıka çalmak ve kadın erkek bir arada düğün yapmanın dine karşı bir hakaret olduğu, bu düğünlerden ve müziklerden vazgeçilmesi gerektiği laik cumhuriyetin imamları tarafından köylülere telkin edilmişti. Bu telkini dikkate almayan kimi köylerdeki Çerkes düğünleri Jandarmalar tarafından basılıp dağıtılmış, mızıkalar toplanıp yakılmış, mızıka çalanlar da nezarethanelerde şiddet görmüştü.
Vatandaş Türkçe Konuş!
Özellikle tek parti dönemde uygulanan, sonrasında da devam eden “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları ve ilkokullarda çocukların Türkçe bilmedikleri için gördükleri eziyet ve şiddet Çerkeslerin zihninde derin yaralar açmıştı. Cumhuriyet kadroları sırf Türk olmadıkları ve/veya içlerinde Saltanat taraftarları barındırdıkları için Çerkesleri cezalandırırken, aslında yaşam tarzı itibariyle yeni kurulacak rejime fazlasıyla destek olabilecek çağdaş bir halkı da kendisinden, temsil ettiği partiden ve lider kadrolarından uzaklaştırmıştı.
1926 Soyadı Kanunu, Çerkeslerin büyük bir kısmının yeni kurulan rejime küsmesinde bir diğer sebep olmuş, Çerkesler sahip oldukları binlerce yıllık soyadlarını terk ederek yerine Türkçe soyadlar almaya zorlanmıştı. Çerkes kimliğinden vazgeçme yönünde atılan tüm siyasi ve sosyal adımlar Çerkesleri derinden yaralamış ve bir çoğunu tek parti rejimi karşıtı siyasi ve sosyal oluşumlara yanaştırmıştı.
Sovyet Tehdidi
İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’yi çevreleyen Sovyet tehdidi ile batıya ve haliyle Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) yanaşan Ankara istemeyerek de olsa Çerkesler ile barışmak zorunda kalacaktı. Bu sürecin başlangıcı, Sovyet işgali altındaki Rus olmayan halkların batılılar tarafından özgürleştirilme siyasetine dayanıyordu.
Alman orduları 1942’de Kafkasya’ya ulaştığında binlerce Çerkes genci bir dönem Plevne’de ve Sarıkamış’ta Rus karşıtı cephede saf tuttuğu gibi şimdi de Alman ordusu saflarında yer almıştı. Herkes gibi onlar da Almanların savaşı kazanacağına inanmış ve kapanmamış eski bir hesabın peşinde Ruslara karşı çarpışmıştı.
Almanlar geri çekilirken sayıları binlerle ifade edilen bu Çerkesler de çekilmiş, kamplardan çıkabilenler Türkiye, Ürdün ve Suriye’ye kaçarak izini yok etmiş bazıları da ABD için istihbarat yapmak şartıyla Pentagon’da yeni vazifelerine başlamıştı. Amerikan vatandaşı olan ve zamanla yükselen bu Çerkeslerin telkini ile ABD Hükümeti Ankara’dan Çerkeslerin sosyal ve kültürel hakları konusunda adım atmasını istemiş, Ankara dar çerçevede de olsa onların haklarını teslim etmişti.
Kafkas Kartalı!
1950’li yıllarda oluşan bu kısmi siyasi özgürleşme atmosferinden faydalanacak olan Çerkesler, dernekleşme ve dergi çıkarma faaliyetlerine yeniden başlamış, bu dönemde kurulmaya başlayan Kafkas Dernekleri, rejimin imkan tanıdığı folklorik çalışmalar ya da yılbaşı balosu gibi eğlenceler düzenleyebilmişti. Derneklerinin isminde “Türk” ibaresini kullanmak zorunda kalan Çerkesler, 1908’deki siyasi ve sosyal faaliyetlerinin çok gerisinde büyük bir baskı ve denetim altında sadece kendi aralarında toplantı ve eğlenceler yapabilmişti.
Aslen Avar ve Dağıstanlı olan Şeyh Şamil ‘Kafkas Kartalı!’ olarak bu dönemde yeniden keşfedilip diriltilmiş, Çerkesler kendileri ile doğrudan bir alakası olmasa da Ankara tarafından makbul bulunan bu kahraman figürün etrafında biraraya gelebilmişti.
1960’lı yıllarda Türkiye’de yaşanan sanayileşme ile birlikte gerçekleşen köyden kente göç ve bu süreçte şehre yerleşen Çerkesler kimlik siyasetinden uzak tutulmaya özen gösterilen derneklerde folklor ve müzik başta olmak üzere, dayanışma faaliyetlerinde bulunmuştu. Müzik ve folklörün mistik etkisi, gençlerin uzun süren kıştan çıkmasını sağlamış dans bahanesiyle bir araya gelenler bir müddet sonra başarılı dergiler çıkartıp kültürel ve siyasi tartışmalara girecekleri alanları da oluşturmaya başlamıştı.
Çerkeslerde mevcut olan Rus karşıtlığının, Sovyet karşıtlığına evrilmesi ülkedeki milliyetçi sağ siyasetin içine çok sayıda Çerkes gencin girmesine olanak sağlamış, Sovyetler’in yıkılmasının Kafkasya’nın bağımsızlaşacağı idealiyle bir araya getirilmesi milliyetçi-mukaddesatçı siyaset tarafından etkin bir propaganda aracı olarak kullanılmıştı. Dedeleri 93 Harbi’nde Plevne savunmasına çağrılan Çerkeslerin torunları 80 öncesinde de derin siyaset tarafından ülke içindeki Sovyet karşıtı cephelere davet edilmişti.
SSCB Yıkılırken…
1989 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) yıkılması, diaspora Çerkesleri için yeni bir dönemin başlangıcı olmuş, 1864’de sürgün edildikleri ve soğuk savaş döneminde de demir perde ile çevrelenmiş Kafkasya ile yıllar sonra kurdukları ilişkiler yeni bir bilinçlenme ve kimliklenme sürecini de beraberinde getirmişti. Yeniden kurulmaya çalışılan kültürel ilişkilerin yanı sıra özellikle Abhazya ve ardından Çeçenistan’da başlayan savaşlar diasporanın da hızla siyasallaşıp yeniden ‘Çerkesleşmesini’ sağlamıştı.
90’lar…
Çerkes kimliğinden taviz vermeden Türkiye vatandaşı olmak veya anavatana dönmek ikilemi, halen Çerkes diasporası içinde tartışılan konulardan biridir. Hızla değişen dünya düzeni ve güçlenen Kürt siyasi hareketi ile birlikte, Çerkesler kimlik taleplerini artık daha yüksek sesle dile getirmeye başlamıştı.
Bu talepler hem Türkiye Cumhuriyeti’nden hem de Rusya Federasyonu’ndan olmak üzere iki ayrı merkeze yönlendirilmiş talepler karşısında Ankara ve Moskova belki de ilk kez aynı safta yer almıştı.
No Soçi!
2006 ile birlikte Çerkesler için başka bir gündem başlığı da Soçi Kış Olimpiyatları olmuştu. Rusya’nın Soçi şehrini Kış Olimpiyatları için 2006’da aday göstermesi ile başlayan Soçi Muhalefeti, Çerkeslerin 1864’ün acı hatıralarıyla seneler sonra da olsa yüzleşmelerine sebep olmuştu.
Çerkesya’nın başkenti, Çerkes Soykırımının da sembolü olan Soçi, bir anda Çerkeslerin gündemine girmiş, ‘No Soçi!’ kampanyası ve Olimpiyat karşıtı muhalefet, diasporada özellikle sosyal medya üzerinden ulus-ötesi bir mecrada örgütlenmişti. İstanbul, Ankara, New York, Amman, Şam ve Haifa başta olmak üzere bir çok şehirde eylemler gerçekleştirilmişti.
2014 Soçi Olimpiyatları gündeme gelene kadar çok az kişinin haberdar olduğu bir tarihi gerçek bu vesile ile dünyanın Çerkes Soykırımı hakkında bilgilenmesine sebep olmuştu.
Biz Geri Geldik…
1864 Çerkes Soykırımı üzerinden 156 yıl geçmesine rağmen Türkiye başta olmak üzere, Ürdün, Suriye, İsrail, Mısır, Almanya ve ABD gibi yirmiden fazla ülkede diasporik bir halk olarak yaşayan beşinci nesillerde özellikle de sosyal medya üzerinden yeni ve etkin bir kimliklenme süreci yaşanıyor.
Diasporadaki Çerkesler artık Soykırımla yüzleşmeye, sesini herkese duyurmaya, daha görünür olmaya, haklarına sahip çıkmaya, anavatanla köprüler kurmaya ve sınır ötesi talepleriyle bir yandan: ‘Rusya, biz geri geldik!’ diye haykırırken Türkiye’de de yeni ve dinamik bir kimliklenme sürecini tetiklemeye devam ediyor.*