Askeri ve siyasi varoluş savaşı | 30 Ağustos

Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet düşmanlarının küçümsemek istediği gibi yalnızca işgalci Yunan ordusuna karşı verilmiş bir savaştan ibaret değildir. Savaş hem Yunan işgalinin hem de Sèvres’in arkasındaki emperyalist Batı ittifakına karşı verilmiştir. 30 Ağustos, Sèvres’i kabul eden monarşiye karşı da kazanılmış bir zaferdir.

Askeri ve siyasi varoluş savaşı | 30 Ağustos

Derleyen | Adem Hüyük 

26 Ağustos 1922’de başlayan 30 Ağustos 1922 gününe kadar beş gün beş gece devam eden Büyük Taarruz, Anadolu insanının kesin zaferi ile sonuçlanmıştır. Taarruzun planlaması büyük bir gizlilik ve titizlik içinde yapılmış, taarruzun zamanından Gazi Mustafa Kemal Paşa ve yanındaki bir iki yakın mesai arkadaşından başka kimse haberdar olmamıştır. 

Büyük Taarruz öncesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden dördüncü defa olmak üzere Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Başkomutan unvanı verilmiştir. Büyük Taarruz öncesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde muhalif olan mebuslar tarafından yoğun eleştirilerin hedefi olan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos’ta başlayan taarruzun haberi meclise ulaştığında bu muhalif mebuslar da ordunun başarılarını tebrik etmek zorunda kalmışlardır. 

30 Ağustos’ta ordunun kesin zaferi ile sonuçlanan Büyük Taarruz gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gerek basında gerekse halk arasında büyük sevinçle karşılanmıştır. 

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş 

Ulusal bayramlar, bir halkı ulus yapan tarihsel dönüm noktalarının anımsanması amacıyla kutlanır. Bu dönüm noktaları genellikle kurtuluş/bağımsızlık mücadelelerinin simgesel tarihleridir.

19 Mayıs 1919 ile 30 Ağustos (veya 9 Eyül) 1922 tarihleri arasında geçen Kurtuluş Savaşı, bir askeri mücadele dönemi olduğu kadar bir siyasi varoluş dönemidir. Siyasi varoluşun bu ilk aşaması, 1923’te Lozan Barış Antlaşması ile tamamlanacaktır. Nitekim M. Kemal, “Dört senelik bağımsızlık savaşımız” (Nutuk, Süryay Yn., 2. cilt, s.113) derken, Lozan’ı da içermektedir. 

Kurtuluş Savaşı sadece bir askeri örgütlenme ve direnme öyküsü, hatta savaş ve diplomasi bütünlüğünden ibaret değildir. Bunlara Büyük Millet Meclisi’nin milletin meşru siyasi temsilcisi olarak sahneye çıkışı eklenmektedir. Üstelik Birinci Meclis, çöken Osmanlı rejiminine sadakatlerini koruyanlar yanında dinci bir rejim isteyen üyeleri bakımından kendi içinde de çok sert siyasi mücadelelerin sahnesi olmuştur. Kendisini “İkinci Grup” olarak adlandıran bu muhalefetin, fırsat bulduğunda, etkilerini kendi grubunun ötesine de taşırabildiği ve tehlike arz edebildiği dönemler olacaktır.

Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet düşmanlarınının küçümsemek istediği gibi yalnızca işgalci Yunan ordusuna karşı verilmiş bir savaştan ibaret değildir. Savaş, hem Yunan işgalinin hem de Sèvres’in arkasındaki emperyalist Batı ittifakına karşı verilecektir. Sèvres’i kabul eden ve Ankara’yı çökertmeye çalışan çürümüş Osmanlı rejimine karşı da mücadele verilmesi şart olacaktır.

1919 yılı, 19 Mayıs sonrasında, Amasya Tamimi’nden itibaren siyasi temeli oluşturma, Erzurum ve Sivas Kongreleri üzerinden siyasi meşruiyeti pekiştirme, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetlerini birleştirme, bu arada Yunan işgalciye karşı Kuvâ-yı Milliye güçlerinin verdiği çete savaşlarını örgütleme çabalarının yılıdır .

1920 yılı, düzenli orduya geçiş yönünde örgütlenmenin hem iç hem dış siyasetin zorunluluğu olarak kendini dayattığı bir yıldır. Ama hâlâ Çerkes Ethemler, Demirci Efeler, Topal Osmanlar vs. sahnede fazlaca yer işgal etmektedir. 23 Nisan 1920’de açılan BMM, bir yıldır sürdürülen siyasi var olma mücadelesinin çok önemli bir aşamasıdır. Dış güçlerin emrine girmiş İstanbul yerine Anadolu’nun bağrında asıl siyasi muhatabı oluşturma, savaşı yönetme, hatta yeni bir devlet kurma yolunda atılmış dev bir adımdır. Gerçi Meclis sorunsuz değildir ama Mustafa Kemal’in doğru kavrayışıyla, ayakbağı olmaktan ziyade meşruiyet kaynağıdır. BMM’nin açılışı, 20 Ağustos 1920’deki Sèvres dayatmasından dört ay öncedir bu anlamda Sèvres’e verilmiş bir ön-yanıttır. Bu sırada Anadolu’da disiplinsiz çeteleri ikame edecek düzenli orduya geçiş çabaları yılın sonlarına doğru sonuç vermeye, sahadaki hâkimiyet Ankara’nın eline geçmeye başlayacaktır. Ama asıl kırılma noktası, 6 Ocak 1921’deki I. İnönü Savaşı olacaktır.

1921 yılı, artık vur-kaçların ötesine geçen muharebelerin yapıldığı, düzenli orduların çarpıştığı yıldır. Ankara Hükümeti’nin işgalci Yunan ordusuna karşı kendi düzenli ordusuyla karşı koyabileceğini kanıtladığı I. ve II. İnönü Savaşları (6 Ocak ve 21 Mart 1921), zafere giden yolda ilk tarihsel kavşaktır. Bu iki kapışma arasında emperyalizm, Londra Barış Konferansı (Şubat-Mart 1921) girişimiyle, Sèvres’in makyajlı bir benzerini Ankara’ya kabul ettirmeye çalışacak ancak başarılı olamayacaktır.

Türk ordusu, 10-14 Temmuz 1921 Kütahya-Eskişehir Savaşları yenilgisinden ve Yunan ordusunun Ankara’yı tehdit edici bir yakınlığa yerleşmesinden sonra Sakarya’nın doğusuna çekilerek Kurtuluş mücadelesinin son savunma savaşına hazırlanacaktır. Adeta bir varlık-yokluk kapışması olan Sakarya Meydan Savaşı’nın (23 Ağustos-13 Eylül 1921) zaferle sonuçlanması, hem askeri önderliğin özgüvenini pekiştirmesi hem kabaran Meclis içi muhalefetin süngüsünün kırılması bakımından belirleyici olacaktır. O kadar ki, Sakarya Meydan Savaşı kazanılmadan 1922’de savaşın nihai sonucuna götürülmesi mümkün olamazdı. Ayrıca bu zaferin ara siyasi sonuçları da olacaktır: Fransızlar 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşmasını imzalayarak kuvvetlerini çekerken Hatay hariç Türkiye’nin güney sınırları çizilmiş olacaktır. İtalyanlar da çekilecektir. Sovyetler Birliği aracılığıyla Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması (13 Ekim 1921) yapılacaktır.

1922 yılı, Sakarya Zaferi’nin bir diğer sonucu olarak, emperyalist Batı’nın bir Paris Barış Konferansı toplanması girişimi ve 22 Mart 1922’de Sèvres’i yumuşatan (ve Yunan tarafının peşinen kabul ettiği) bir barış antlaşması teklifiyle açılacaktır. Ankara, müzakere öncesinde işgalcilerin Anadolu’yu derhal boşaltması yönünde karşı teklifler sunarak, yarım bir zaferle yetinme tehlikesini ustaca geçiştirecektir.

Ama daha büyük tehlike içeridedir: Sakarya Savaşı sonrasında iç muhalefetin etkisi kırılmış olsa da, çok geçmeden, olağanüstü yetkilerle donatılmış Başkomutan Mustafa Kemal’i, orduyu bir askeri taarruza sevketmekte isteksiz davranmakla suçlayarak yetkilerinin geri alınması girişimlerini başlatacak, hatta sonuç dahi alarak orduyu iki gün Başkomutansız bırakacaklardır.

Büyük Taarruz’un hemen arifesinde, ağustos ayı başlarında bile, M. Kemal durumu şöyle betimliyor: “Muhalifler ordunun kıpırdayacak durumda olmadığı, böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemesinin yıkımla sonuçlanacağı yolundaki propogandalarını iyice kızıştırmışlardı. Gerçi bu görüş akımının Meclis’te yaptığı yankılar, düşmanlardan benim çok gizlemek istediğim saldırı planı açısından yararlıydı”. (Nutuk, 2.cilt, s: 41). Nitekim 26 Ağustos’taki taarruz emri, Yunan güçleri açısından tam bir sürpriz saldırı olacak ve muharebenin süresini kısaltacaktır. Aslında M. Kemal, “hemen taarruz” baskılarına karşı tarihi yanıtını henüz 4 Mart 1922’de vermişti:

“Düşmana saldırmak için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan evvel, hazırlayıp tamamlamak zorunda bulunduğumuz savaş araçlarımızın ne olduğunu söyleyeyim: Tam üç aracın yeterince hazır olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum. Onlardan birincisi ve asıl olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, hayat ve bağımsızlığı için kalbinde/vicdanında belirmiş arzu ve emellerin sağlamlığıdır. İkinci araç, milleti temsil eden Meclisin ulusal arzuyu belirtmekte ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği azim ve yiğitliktir. Meclis ne kadar çok dayanışma ve birlik içinde ulusal arzuyu belirtirse, düşmana karşı o kadar güçlü üstünlük araçlarına sahip oluruz. Üçüncü araç, milletin silahlı evlatlarından oluşan ve düşman karşısına çıkarılmış bulunan ordumuzdur”.

Bir asker olmasına rağmen, “millet-Meclis-ordu” üçlüsünü zaferin olmazsa olmazı olarak gören bir siyasi önderin uzak görüşlülüğü, bugün toplumu bölerek kendi iktidarını pekiştirmeye çalışan bir dinci iktidarın davranış kodları bakımından hem ibretlik hem öğreticidir.

Sonuç olarak, bu zafer kolay kazanılmamıştır. 26 Ağustos’ta başlayan büyük taarruz, Osmanlı dahil çok uzun süredir Türk ordusunun ilk taarruz savaşı olacaktır. Başkomutanlık (veya Dumlupınar) Meydan Savaşı’nda elde edilen kesin zafer ve sonrasında Ege ve İzmir’in kurtarılışı, Kurtuluş Savaşı’nın askeri bölümünün sonu olacaktır.

20 Kasım 1922’de başlayacak Lozan görüşmelerine İstanbul hükümeti enkazının da çağrılması, saltanatın sona erdirilmesi sürecini (1 Kasım 1922) hızlandıracaktır.

1923 yılı, öncelikle, sahada kazanılan savaşın sonuçlarının müzakere masasında da teyit edildiği daha önemlisi, 24 Temmuz 1923’te Lozan’da 600 yıllık hanedanlık tarihe gömülürken yeni Türkiye Devleti’nin onaylandığı yıldır. Lozan’dan üç ay sonra Cumhuriyet’in ilan edilmesi, Lozan’ın modern Türkiye’nin mihenk taşı olduğunun ayrı bir kanıtıdır. M. Kemal, Nutuk’ta (2.cilt, s.113-155) Lozan Antlaşması’nı, Batılı güçlerin Mart 1921 ve Mart 1922 barış teklifleriyle ayrıntılı olarak karşılaştıracak ve Lozan’ın önemini bir de bu açıdan vurgulayacaktır.

Bugün Neredeyiz?

Cumhuriyet’in karşı-devrimci güçleri Birinci Meclis’te çok daha görünür olmakla birlikte sonraki dönemlerde de fırsat bulduklarında başlarını kaldırmışlardır. Bununla birlikte, Sèvres’e razı gelen, Kurtuluş Savaşı’na cephe alan ve sonunda İngilizlerin himayesinde ülkeden kaçan bir hanedana veya onun ideolojisine dayanarak bir muhalefet örgütlenemezdi. İslamcı hareket de benzer bir meşruiyet sorunu yaşadığı için Cumhuriyet’in yüksek prestijli muzaffer kadrolarına baş kaldıramazdı. 1946’da çok partili yaşama geçişle birlikte DP yeni bir sığınak olacaktır. Sağ partiler içine yuvalanan dinci siyasetin kendi kanatlarıyla uçmaya başlaması 1970’lerden sonradır. 

M. Kemal’in yukarda verilen 4 Mart 1922 tarihli Meclis konuşmasının devamındaki paragrafa yer vererek sonlandırabiliriz:

“Bu üç araç veya kuvvetin düşmana karşı kurduğu cepheler iki nitelikte düşünülebilir. Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin oluşturduğu cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlup olabilir. Ama bu durum hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çökmesidir”.

Cumhuriyet Türkiye’sine çullanan iç ve dış güçlerin sorunu da işte budur: İç cephenin tam olarak çökmesi sağlanamamıştır. Gelecek umudumuz da esasen buradadır. | © DerVirgül

Kaynaklar: dergipark.org.tr / Prof.Dr.Oğuz Oyan “Zafer Bayramı ve karşı-devrim” makalesi / tr.wikipedia.org

Yayınlama: 30.08.2022
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.