“Ben kimin hatasının bedelini ödüyorum?” | Bir ‘ithal’ gelinin hikayesi
Tanımadığım bir aile bana düğün davetiyesi verdi. Nasıl olsa annem tanıyordur diyerek aldım. Tahmin ettiğim gibi annem aileyi tanıyormuş. Yaşamın stresini biraz olsun unutmak, birazda beceremediğim çifte telli ile kafamı dağıtmak için annemi alıp gittim düğüne.
Yağmur Avcı
Buralarda yani ‘gurbette’ düğün davetlerine katılmak; sadece düğüne gitmek değildir. Genç çiftlerin en mutlu gününde yanında olmak, mutluluk temennisinde bulunmak gibi, manevi davranışlar sergilemek, gurbet ellerde dayanışma ruhunu geliştirmektir. Zira düğün sahibi aile, sizin geçmişte yapmış olduğunuz düğüne katılmış ve takısını takmıştır. Karşılıklı dayanışma maneviyatı, sizin o aileden daha az miktarda takı takmanız durumunda bozulsa da düğünler bizim ırkçılık ve ayrımcılık yapmadığımız tek alanlardır.
[Editörün notu: ‘İthal’ tanımlaması, kesinlikle bir aşağılama anlamında kullanılmamaktadır. Bu gibi eylemlerde bulunanların amacının arka planında yatan sahtekarlığı, ancak bu sıfatla ifade edebiliyor, buna maruz kalan gençleri de tenzih ediyoruz…]
Düğün salonunda tanıdık bir ablanın yanına oturduk. Onun da masasında daha önce hiç görmediğim bir kadın vardı. 50 yaşlarında değildi ama öyle gösteriyordu, biraz sonra tanışacağım kadın…
Düğünden sonra masasına oturduğumuz ve çocukluğumdan beri tanıdığım ablanın evine gittik. O yabancı kadın da geldi.
Çay içiyorduk… Sohbet konumuz kadına şiddette kadar uzandı.
Ben konuştukça, tanımadığım kadın bana daha dikkatli bakıyor, sanki beni yıllardır tanıyormuş gibi dinliyordu.
Kimdi bu kadın? Ne kadar kederli ve yorgun bakışları vardı.
Sohbet uzadıkça, toplumda kadının sorunları daha da açığa çıkmaya başlamıştı, cümlelerin arasından.
Tanımadığım, o konuşmayan kadın biri boğazını sanki sıkıyormuş gibi konuşmaya başladı.
Hepimiz sustuk onu dinledik.
Sonradan ailesi olanların, hayatına nasıl müdahale ettiklerinden bahsetti.
Bir insanın suretini nasıl anlatırsınız? Burnu büyüktü/küçüktü veya gözleri yeşildi/maviydi, boyu kısaydı/uzundu vesaire vesaire.
Bu kadının sureti nasıldı biliyor musunuz? Gözlerinin rengi korku, yanaklarının rengi şiddet, saçlarının rengi – çilenin rengi ve omuzları yükten çökmüş bir duruşu vardı.
Annem arkadaşıyla sigara içmeye çıktı. Yalnız kaldık.
– “Sen Virgül gazetesindeki Yağmur Avcı’mısın” diye sordu birden.
Ani bir şekilde sorması tuhafıma gitse de diğer yandan çok hoşuma da gitmedi değil…
“Ben takip ediyorum seni ve gazeteyi. Kalemi güçlü kültürlü insanlar var arkasında belli.” dedi.
“Evet, gazetenin imtiyaz sahibi amcam olur dedim.” Çünkü baba yarım gibi. Bana ilk kitap oku diyen insan. Bana ödünç verdiği ilk kitabi unutmuyorum, [kesinlikle verdiği kitapları geri ister] SOL yayından Can Dostu idi. Bu senin yaşına uygun demişti. Amcam olmasaydı ben erken yaşta kitap okumaya başlamayacaktım ve kendimi, kendimce geliştiremeyecektim. En önemlisi, hayata karşı bir duruş sergileyemeyecektim belki de – hayatımda onun yeri başkadır.
Bir şeyler anlatmak istemiyor, adeta haykırmak istiyordu. Sesinin duyulmasını istiyor ama onun için kimlerin duyduğunun da bir önemi yoktu sanki… Tanımadığı birilerine kızıyordu.
Kaderciydi belki. Özneden kopmuş, devrik cümlelerle önüne gelen herkese, can havliyle saldıracak gibi duruyordu. Ama canının çok yandığı bariz bir şekilde görülüyordu…
Avrupa’nın cazibesine kapılmış evlilikler
Avrupa Birliği ülkelerinde çalışma müsaadesi alabilmenin bilinen en kolay yolu, evlilik yaparak aile birleşimi kanunlarının öngördüğü şekilde Avusturya’ya veya AB ülkelerine gelmektir.
Ancak bu evliliklerin büyük bir çoğunluğu için masum bir evlilik demek mümkün değil.
Neden mi?
Avusturya’da her türlü pisliğe bulaşmış, uyuşturucu, dolandırıcılık, hırsızlık ve birçok toplum ahlakına aykırı davranışlar sergileyen, [erkek/kadın] düzelirler, evlenince değişir gibi düşüncelerle Türkiye’den tanımadıkları, tanınmadıkları çevrelerden evlendirilmektedirler.
Dolayısıyla, kendi çocuklarını topluma yararlı bir birey olarak yetiştiremeyen aileler, Avusturya’nın refah devlet imajını kullanarak, başka alilerin çocuklarından, çocuklarını düzeltmesini evlilik aracıyla bekliyorlar. Türkiye’den evlilik yoluyla gelen gençler, burada dejenere olmuş eşlerini, topluma kazandırmak için savaş veriyor, bunu yaparken de onun ailesinden şiddet, nefret ve dışlanma görüyorlar. Kendi çocuklarının eksikliğini bilen aileler, suçluluk psikolojinin yarattığı sonuç gereği, Türkiye’den gelen ve her şeyden habersiz diğer tarafa saldırarak içinde bulundukları karanlığı aydınlatmaya çalışırlar.
İşte hiçbir günahı olmayan tanımadığım bu kadın da bana, “ben kimin günahının bedelini ödüyorum” diye soruyor. Çünkü o kadında, bir aile tarafından, oğlunu düzeltsin diye Türkiye’den gelin olarak getirildi.
Suçlu kim/kimler?
Tanımadığım kadının anlattığı ve sizlerle paylaşamadığım birçok bilgi beni derinden etkilemişti. Gece yarısı amcamı aradım ve bütün diyaloğu anlattım…
Bana verdiği yanıt sadece şöyle oldu:
Dostoyevski “Ezilenler” adlı kitabında diyor ki, “Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu aslanın bir ceylan yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi.
Aynı hikâyeyi ceylanı takip ederek başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız, günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı.
Yani başlangıç noktasını farklı seçersen aynı olay kişide iki farklı yargı oluşturabilir.
Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu, hangi hikâyeyi ne kadar süreyle takip ettiğine bağlıdır…
“Yukarıda verdiğim alıntıdan yola çıkacak olursak, gazeteci nesnel bir haber aktarımı yapmak istiyorsa, ithamda bulunulan her kesimleri dinlemek zorundadır. Ve ben sana hep şunu söyledim: gazeteci felsefe bilmek zorundadır. Bu söyleşide de olduğu gibi, “neden-sonuç” ilişkisi kurabilmek çok önemli…” | © DerVirgül
Bizim çektiğimiz, Doğu Ekspresi Belgeseli [Beyaza Yolculuk]