Koronavirüs | Demokrasi için dayanıklılık sınavı
Koronavirüs salgını, hükümetleri ciddi sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Salgınla mücadelede otokrat liderler katı önlemlere başvururken, demokratlar uzlaşıyı tercih etti. Krize kim, daha iyi hazırlıklı?
Lisa Hänel
Çin hükümeti 23 Ocak’ta 11 milyon kişilik bir metropol olan Wuhan’ı dünyadan izole ettiğinde, dünyanın geri kalanı Asya’ya şaşırmakla meşguldü. Koronovirüs salgınının Kuzey Amerika ve Avrupa’nın sanayileşmiş ülkelerini sert bir şekilde vurabileceğini kimse aklına bile getirmiyordu.
Ancak COVID-19 salgını geçen süre içinde New York, Madrid ve Berlin gibi şehirlerde temel hakların büyük ölçüde kısıtlanmasına neden oldu. Bu kentlerde sokağa çıkma kısıtlamaları, yasaklar ve alışkanlıkları değiştirme çağrıları hayatı şekillendirmeye başladı. Parlamentolardaki oturumlar sınırlandırıldı, bazı ülkelerde hükümet liderlerine bile koronavirüs bulaştı. Artık şimdi bazı yerlerde, hayatın yavaşça yeniden düzene girdiği, işletmelerin temkinli bir şekilde yeniden açıldığı Çin’e gıptayla bakılıyor. Vuhan’da yaşayanlar artık seyahat bile etmesine izin veriliyor.
Peki, koronavirüs salgını gibi bir durum karşısında hızla harekete geçme ve müdahale etme imkanlarına sahip otokratik devletler, demokratik devletlere kıyasla daha mı avantajlılar? Koronavirüs salgını sonrasında özgür dünyadan geriye ne kalacak? Demokrasi alanında çalışmalar yürüten Avusturyalı Tamara Ehs, bu sorulara yanıt arıyor. Ehs, otokratik devletlerin koronavirüsle mücadelesinden bahsederken, elde edilen birçok başarının aslında iyiye işaret olmadığına dikkat çekiyor. Ehs, DW’ye yaptığı açıklamada “Çin’de alınan sıkı önlemleri övenler, salgının zirve yaptığı dönemleri örnek gösteriyorlar ancak şeffaflık olsaydı bunların hiçbirinin gerekli olmayacağını göremiyorlar” diyor.
Salgınla mücadelede şeffaflığın önemini ortaya koyan örneklerden biri Ischgl. Avusturya’daki bu kayak bölgesinde, Avrupa’daki ilk koronavirüs vakalarına rastlanmasına rağmen, bölge izole edilmedi. Böylelikle, Avrupa’nın farklı kentlerindeki evlerine dönen tatilciler virüsü başka bölgelere yaydı. Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesinden Prof. Holger Spamann, “Anayasal Blog” adlı online tartışma platfomunda koronavirüs ile mücadele için daha önce “örneğine rastlanmamış şeffaflığın” olması gerektiğini belirtiyor. Spamann, haklardan vazgeçilse bile virüsün stratejisini değiştiremeyeceğini vurguluyor.
Temel haklara büyük müdahaleler
Virüsün yayılma hızı, genellikle otoriter sistemlerden aşina olduğumuz acil durum önlemlerinin demokratik ülkelerde de alınmasına neden oluyor. Sokağa çıkma yasağı, toplanma yasağı ve dini özgürlüklerin kısıtlanması bu örnekler arasında yer alıyor. Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkan Yardımcısı Vera Jourova, geçen hafta yaptığı açıklamada 20 AB ülkesinin koronavirüsü önlemek amacıyla bir çeşit “acil durum düzenlemesini kabul ettiğini” belirtti. Jourova, temel haklara büyük kısıtlamalar getirilmesi nedeniyle demokrasinin zayıflayabileceğine dair uyarıda bulundu.
Demokrasi araştırmacısı Ehs ise getirilen ağır kısıtlamaların doğrudan demokrasiye aykırı sayılamayacağını söylüyor ve ekliyor: “Alınan bir önlemin haklılığının olması için bazı koşulları sağlaması lazım: Virüsle mücadele amacı taşıyor mu ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde hazırlandı mı?”
Bu nedenle, demokratik bir çerçevede de sert sokağa çıkma yasakları getirebilir. Ancak, eğer bir bakan hedefi şaşırıp kendi başına hareket etmeye kalkarsa, orada bir sorun var demektir. Avusturya Sağlık Bakanlığı’nın geçen günlerde yayınladığı Paskalya genelgesi bu duruma bir örnek oluşturuyor. Genelge, polisin haber vermeden evlere giderek, ailelerin Paskalya için bir araya gelip gelmediğini kontrol etmesini öngörüyordu. Özel alana yönelik bu tür ciddi müdahalelerin demokrasilerde de mümkün olabileceğini belirten Ehs, ancak bunun parlamento onayı olmaksızın hayata geçirilemeyeceğine dikkat çekti. Avusturya’daki bu genelge de, muhalefet sivil toplumun tepkilerinin ardından uygulamaya konmadı.
Parlamentonun anlamı
Siyasi muhalefet ve şeffaflık demokrasilerin COVID-19 ile mücadelede aldığı kararları gözden geçirmelerini ve gerektiğinde düzeltmelerini sağlıyor. Demokrasi araştırmacısı Ehs’e göre, bunun için parlamentoların düzenli bir şekilde toplanmaya devam etmesi gerekiyor. Ehs, “Parlamentolar farklı seslerin dinlendiği bir platform ve bu sayede karşıt görüşler belirginleşiyor. Oturumlarda yaşanan tartışmalar, demokrasilerin alternatifinin olmadığını gösteriyor” diyor. Ehs, bu nedenle de Macaristan’da olduğu gibi, parlamentoların kendilerini zayıflatmamaları gerektiğini vurguluyor. Macaristan parlamentosu, Başbakan Viktor Orban’ın hazırlattığı tartışmalı acil durum yasasını kabul ederek, Orban’a geniş yetkiler verilmesini onaylamıştı. Söz konusu yasal düzenleme, acil durum süresince seçim olmamasını ve “rahatsızlık veren bilgilerin” yaygınlaştırılmasına hapis cezası uygulanmasını öngörüyor.
Macaristan’daki bu yasal düzenleme, hiç şüphesiz, Avrupa Birliği içerisindeki en kapsamlı kısıtlama. Ancak İspanya gibi ülkeler de ulusal anayasa çerçevesinde faaliyetlerin belirli bir süre için durdurulması veya parlamentoda sanal oylamalar yapılması kararı aldı. Almanya’da ise Federal Meclis Başkanı Wolfgang Schäuble’nin teklifi ülkede tartışma yarattı. Schäuble, koronavirüs salgını boyunca faaliyet gösterecek, küçük ölçekli bir acil durum parlamentosu oluşturulmasını önerdi. Ancak Almanya’da anayasa, bu duruma sadece savunma dönemlerinde izin veriyor. Muhalefetteki çok sayıda politikacı da bu öneriyi eleştirerek, bu tür bir değişikliğin anayasa açısından uygun olmadığını dile getirdi.
Şok durumundan çıkmak
Avusturya Bilim Akademisi’nden Tamara Ehs için koronavirüs önlemlerine karşı sivil toplumun uyanık olması önemli. Medyadan ve muhalefetten gelen eleştirilerin az olması Ehs için “rahatsız edici bir konformizm” anlamına geliyor. Ancak bu durumun son zamanlarda değiştiğini belirten Ehs “Muhalefet medyada daha fazla yer buluyor ve farklı sesler daha fazla duyuluyor” diyor.
Ehs, kriz dönemlerinin, otoriter siyasetçilerin işine gelebileceğini de belirtiyor. Bu yüzden herkesin demokrasilerin kalıcı olarak zarar görmemesi için çalışması gerektiğini vurgulayan Ehs, demokrasilerin otoriter bir yapıya dönüşmesinin en büyük tehlike olmadığını söylüyor. Ehs, en büyük sorunun, “Vatandaşların duydukları endişeler sebebiyle özgürlüklerine yapılan müdahaleleri kabullenmeleri ve daha güçlü liderler istemeleri” olduğuna dikkat çekiyor. Bu kriz süreçinde, politikacıların da muhalefetle karşılaşmadan ne kadar ileriye gidebileceklerini öğrendiklerini belirten Ehs, “Esas soru, güvenlik ve sağlık ile özgürlük arasındaki hassas denge bozulduğunda, demokrasimizde hangi otokratik unsurların ortaya çıkacağı” şeklinde konuşuyor.
Demokratik hükümetlerin koronavirüsle mücadele kapsamında aldığı tüm kararlarda zaman kısıtlamalarının şart olduğunu söyleyen Ehs, örneğin Almanya’da Başbakan Angela Merkel liderliğindeki hükümetin, önlemlerin ne zaman gevşetileceği veya nasıl bir çıkış yolu izleneceği konusunda herhangi bir zaman belirtmediğine işaret ediyor. Almanya’daki Etik Kurulu, getirilen kısıtlamaların ne zaman sona ereceğine dair açık tartışma yürütülmesi konusunda siyasetçilere uyarıda bulunmuştu. Krizden çıkışın yollarını tartışmak için hiç de erken olmadığını vurgulayan Etik Kurulu, aksi takdirde hükümetin halkın güveninini kaybetme riski ile karşı karşıya kalacağına dikkat çekmişti.
Koronavirüse karşı verilen mücadelede demokrasilerin otokrasilere kıyasla çok önemli bir avantajı var: Güven. Halkın güveni, hükümetin aldığı kararlara büyük ölçüde destek vermek anlamına geliyor. Bu da virüsün yayılmasının engellenmesine katkı sağlıyor.DW Türkçe
© Bild: virgül