Osmanlı, Viyana’yı alabilseydi Avrupa tarihi nasıl şekillenir, kültürel etkileşim nasıl olurdu?

Osmanlı, Viyana’yı alabilseydi Avrupa tarihi nasıl şekillenir, kültürel etkileşim nasıl olurdu?

| Adem Hüyük

İlki 1529 yılında, ikincisi ise 1683 yılında gerçekleştirilen Viyana Kuşatmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kutsal Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olan Avusturya Arşidüklüğü’ndeki Viyana şehrini ele geçirmek için yaptığı girişimdir.

1683’te Osmanlı’nın II. Viyana Kuşatması başarısız olunca, Avrupa devletleri Osmanlı’ya karşı Kutsal İttifak’ı [Avusturya, Lehistan, Venedik ve Rusya] kurdu. Genel olarak 1683 Viyana Kuşatması’ndan sonra Osmanlı, büyük savaşlarda yenilgiye uğradı ve toprak kayıpları yaşadı. Eskisi gibi Avrupa’da ilerleme kaydedemedi ve sürekli savunmada kaldı. 19. yüzyılda Osmanlı artık “hasta adam” olarak anılmaya başlandı ve bu süreç I. Dünya Savaşı ile Osmanlı’nın tamamen yıkılmasına kadar devam etti.

Viyana Kuşatması gerçekleşseydi, Avrupa tarihi nasıl şekillenir, kültürel etkileşim nasıl olurdu?

Viyana kuşatması gerçekleşseydi ne olurdu sorusuna, tarihsel gelişmeler incelenerek ve varsayımlar üzerinden bir yanıt verile bilinir. Bunun yanı sıra, Viyana, dolayısıyla Avusturya’nın ne kadar süre Osmanlı yönetimi altında kalmış olduğu da verilecek yanıtta belirleyici bir etken olacaktır. Ayrıca bu sorunun yanıtını farklı perspektiflerden bakarak çoğalta bilir, artı ve eksilerden oluşan iki ayrı tablo ortaya koyabiliriz.

Soruya en yakın doğru yanıtı verebilmek için Osmanlıyı özellikle kuşatmaların yapıldığı tarihleri incelemek, padişahların Viyana’ya dair planlarını bilmek önemlidir.

Bir başka yöntem ise, kuşatmaların gerçekleştiği tarihlerde başarılı olan kuşatmaların sonrasının incelenmesidir. Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1526 yılında Osmanlı topraklarına katılan Budin [Bugünkü Macaristan’ın başkenti Budapeşte] üzerinden aynı soruyu sorarak ilerleyebiliriz.

Budin Kuşatması gerçekleşti. Avrupa tarihi nasıl şekillendi, kültürel etkileşim nasıl oldu? sorusuna verilen yanıt, Viyana içinde geçerli diyemesek de bize yanıtlar ararken ışık tutacaktır.

Olası senaryolar

Osmanlı’nın Viyana’yı alması, Avrupa ve dünya tarihi açısından büyük değişimlere neden olabilirdi. Diğer taraftan Budin’nin alınmasının sonuçları gibi, hiçbir “kalıcı ve tarihin yönünü belirleyici değişiklik olmaya bilirdi de.

Zira Osmanlı, fethettiği toprakları doğrudan Türkleştirmek veya İslamlaştırmak yerine, vergi sistemine entegre etmeye odaklanıyordu. Macaristan örneğinde de görüldüğü gibi, Osmanlı yönetimi altında bile yerel halkın büyük kısmı dinini ve kültürünü koruyarak yaşamaya devam etti.

Osmanlı’nın asıl derdi, stratejik noktaları kontrol edip ticaret yollarını ve vergi sistemini güvence altına almaktı.

Viyana alınsaydı da büyük ihtimalle doğrudan Osmanlı kültürüne dönüşmez, sadece yönetimsel bir değişiklik olurdu. Belki birkaç cami yapılır, Osmanlı tüccarları daha fazla bölgede görülürdü ama halk günlük yaşamında büyük bir değişim yaşamazdı.

Yukarıda Osmanlının genel idari yapısına dair verdiğim bilgiler, Osmanlı’nın Viyana’yı almasıyla ilgili gözden kaçan bir detay olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan Osmanlı, Habsburglar ve diğer Avrupa devletleri gibi merkezi bir milliyetçilik anlayışına sahip değildi. Çok uluslu ve çok kültürlü bir imparatorluktu. Viyana’nın fethi, belki Osmanlı’nın gücünü kısa vadede artırırdı ama uzun vadede yönetimi zorlaşır ve içeriden çöküş sürecini hızlandırabilirdi. Viyana’nın alınması, Avrupa’da büyük bir şok etkisi yaratırdı ama uzun vadede kalıcı bir hakimiyet kurmak zor olurdu. Osmanlı’nın bilim ve teknolojiye bakışı, Avrupa’nın Aydınlanma Çağı’na girişiyle kıyaslandığında geri planda kalıyordu.

Osmanlı’nın fethettiği bölgelerde genellikle askeri başarılar ön plandaydı ama uzun vadede modernleşme, sanayi ve bilimsel devrim gibi konulara yeterince yatırım yapmadığı için Avrupa karşısında gerilemeye başladı. Eğer Viyana düşseydi, Osmanlı belki İtalya’ya doğru ilerleyebilirdi ama Avrupa’nın kendi içinde oluşturduğu direniş ve teknolojik üstünlük uzun vadede Osmanlı’yı geri püskürtürdü.

Osmanlı, Avrupa’daki bu bilimsel ve teknolojik dönüşümü yakalayabilir miydi, yoksa yapısal olarak buna uygun değil miydi?

Osmanlı’nın yönetim anlayışının, hatta genişleme ve gerileme dinamiklerinin, Orta Asya’dan miras kalan göçebe kültür ve Türk-İslam senteziyle şekillendiği çok açık. Göçebe toplumlar genellikle fetih ve askeri güçle varlıklarını sürdürür, ancak yerleşik hayata geçtiklerinde üretim, bilim ve sanayi gibi alanlarda rakipleriyle aynı hızda ilerleyemezler.

Osmanlı, fetihlerle büyüdü ama yerleşik ve sanayileşmiş Avrupa karşısında zamanla geri kaldı. Devlet modeli güçlüydü ama bu güç, askeri düzen ve vergi toplama sistemine dayanıyordu. Oysa Avrupa, bilgiye dayalı bir ekonomik ve sosyal dönüşüm geçiriyordu. Osmanlı ise bilim ve teknoloji yerine, geleneksel kurumlarını [örneğin ulema sınıfını] korumaya odaklandı.

Bir yandan da Osmanlı’nın erken döneminde ilginç bir dinamizm vardı. Fatih Sultan Mehmet döneminde İstanbul’un bir bilim merkezi haline getirilmek istendiğini, farklı milletlerden ve inançlardan insanları sisteme dahil ettiğini görüyoruz. Ancak bu anlayış, zamanla yerini daha katı ve durağan bir yapıya bıraktı.

Osmanlı’nın bu dönüşümü yaşamasının en büyük kırılma noktası neydi? Avrupa’daki gibi bir reform süreci geçirebilir miydi?

Osmanlı’nın bir Martin Luther’i yoktu ve bu, reform ve modernleşme sürecini derinden etkiledi. Avrupa’nın dönüşümünü hızlandıran en büyük unsurlardan biri Reform Hareketi oldu. Katolik Kilisesi’nin otoritesine karşı gelen Luther ve benzeri isimler, dini tekeli kırarak bireysel düşünceyi ve özgür tartışma ortamını besledi. Bu da Aydınlanma, bilimsel devrim ve sanayi devriminin önünü açtı.

Osmanlı’da ise ulema sınıfı ve tarikat düzeni oldukça güçlüydü. Bu yapı, dini otoritenin sorgulanmasına izin vermediği gibi, devletin resmî ideolojisiyle de iç içeydi. Yani Avrupa’da olduğu gibi bir reform hareketi başlatabilecek ne bir Martin Luther vardı ne de böyle bir hareketin doğup gelişebileceği bir sosyal zemin. Osmanlı’daki en büyük değişim hareketleri, ya saraydan gelen zorunlu reformlarla sınırlı kaldı ya da dış baskıyla gerçekleşti.

Peki Osmanlı’da bir Luther çıkabilir miydi? Yoksa sistem buna zaten izin vermeyecek kadar katı mıydı?

Orta Çağ karanlığı, büyük ölçüde Kilise’nin toplum üzerindeki mutlak otoritesinden kaynaklanıyordu. Bilgiye erişim sınırlıydı, bilimsel çalışmalar engelleniyor, hatta Galileo gibi bilim insanları aforoz ediliyordu. Ama veba salgını, bu otoritenin sarsılmasında çok önemli bir dönüm noktası oldu.

Avrupa nüfusunun neredeyse üçte birini yok eden Kara Veba, Kilise’nin vaaz ettiği gibi sadece “günahların cezası” değilse, o zaman başka bir açıklaması olmalıydı. İşte tam bu noktada, insanlar Kilise’den uzaklaşıp bilimsel düşünceye yönelmeye başladı. Modern tıp, hastalıkların doğaüstü nedenlerden değil, mikroplardan kaynaklandığını fark ederek büyük ilerlemeler kaydetti. Bu süreç, Rönesans ve Aydınlanma’nın kapısını araladı.

Osmanlı ise Avrupa’da yaşanan bu dönüşümden uzaktı. Çünkü Osmanlı’da bilim, din adamlarının yorumlarına tabiydi ve Avrupa’daki gibi Kilise’nin yıkılması gibi bir olay yaşanmadı.

Peki, Osmanlı’da da böyle bir kriz yaşanıp, ulema sınıfına olan güven sarsılsaydı, bilimsel devrim mümkün olur muydu? Yoksa farklı bir yön mü alırdı?

Bilimin dini kıstaslarla sınırlandırılması tarih boyunca ilerlemenin önündeki en büyük engellerden biri oldu. Osmanlı’da Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçuş denemesi gibi olaylar, sadece bilimsel gelişime değil, aynı zamanda özgür düşünceye de nasıl bir yaklaşım sergilendiğini gösteriyor. Aynı durum, Matbaanın Osmanlı’ya geç gelmesi gibi örneklerde de görülebilir.

Bugün de farklı dini yorumlar, bilimi ve düşünce özgürlüğünü baskılamak için bir araç olarak kullanılıyor. Bilim insanlarının, sanatçıların ve akademisyenlerin yurt dışına kaçmaya zorlanması, tarih boyunca otoriter rejimlerin değişmeyen bir özelliği olmuş. Ne zaman ki bilim ve özgür düşünce siyasi bir tehdit olarak görülmeye başlanır, işte o zaman gerileme ve beyin göçü kaçınılmaz olur.

Fatih ve diğer reformist padişahlar daha cesur adımlar atabilseydi, Osmanlı farklı bir rota çizebilir miydi?

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek büyük bir kültürel vizyon ortaya koymuştu. Ancak bilimsel anlamda dönüşümü başarmak, sadece istekle olmuyordu. Fatih’in zamanında İstanbul’da bilimsel bir merkez kurma çabaları olsa da daha derinlemesine bir sistematik değişim ve toplumun temel yapısının dönüşmesi gerektiği çok açıktı. Yine de Fatih’in batıdan bilimsel bilgi almak ve yabancı bilim insanlarını davet etmek gibi adımları, aslında Osmanlı’nın bilimsel ilerleme yolunda atabileceği adımların temellerini atıyordu.

Fatih Sultan Mehmet, bilimsel anlamda dönüşüm isteğini başarısız kılan, Fatih’in gelenek haline getirdiği, “Taht için kardeş katli” anlayışı olmuştur. Avrupalı krallar ve prensler, genellikle daha güvenli bir ortamda yönetimlerini sürdürebildiler. Avrupa’da taht kavgaları olsa da Osmanlı’daki gibi sürekli bir taht kavgaları ve kardeş katli meselesi yoktu. Osmanlı’da ise padişahların her an suikast veya taht kavgaları ile karşılaşma riski vardı. Bu durum, güç ve iktidar arzusunun, daha çok istikrarsızlık ve korku içinde şekillenmesine neden oldu.

Osmanlı’da padişahların bu güç mücadelesi, daha fazla otoriteye ve askeri güce odaklanmalarına yol açtı. Bu yüzden bilim, kültür ve düşünce özgürlüğü gibi daha soyut konularda ilerleme kaydedilmesi daha zor oluyordu. Avrupalı krallar ise, daha istikrarlı ve güçlü monarşiler kurduklarından, zamanla bilimsel devrimler ve kültürel dönüşümler için daha uygun zeminler oluşturabiliyorlardı.

Bu bağlamda, Osmanlı padişahlarının büyük bir güç korkusu yaşadığını ve bunun da politikalarını şekillendirdiğini söylemek oldukça geçerli.

Osmanlı Viyana’yı alsaydı, Avrupa’daki güç dengesi değişir miydi?

Osmanlı’nın Viyana’yı fethetmesi, Habsburg hanedanına büyük bir darbe vurur ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nun zayıflamasına yol açabilirdi. Bu, Osmanlı’nın Orta Avrupa’daki hakimiyetini pekiştirir ve belki de Almanya’nın güneyine ve daha batıya doğru ilerlemesine kapı açabilirdi. Bu durum Osmanlının ittifakı olan Fransa güç kazanabilir, Habsburglar gerilerse, Fransa Avrupa’nın en güçlü devleti olabilirdi. Diğer yandan, Katolik Habsburgların zayıflaması, Protestan devletler için bir avantaj olurdu.

Viyana’nın fethi, Osmanlı’nın sadece bir askerî güç olarak değil, siyasi ve kültürel olarak da Avrupa’da daha fazla varlık göstermesine neden olabilirdi. Balkanlar gibi bir Osmanlı Avrupası fikri ortaya çıkabilirdi. Osmanlı bürokrasisi, kanunları ve ticaret düzeni, Avusturya ve çevresindeki topraklara yayılabilirdi. Müslüman nüfus artmasa bile Osmanlı’nın İslam hukukunu ve kültürel yapılarını Avrupa’nın merkezine getirmesi kaçınılmaz olurdu. Osmanlı’nın Viyana’da kalıcı olması, imparatorluğun Batı’daki zayıflamasını geciktirebilir ve belki de daha uzun ömürlü bir Osmanlı yaratabilirdi.

Sanayi Devrimi gecikebilir miydi?

Osmanlı’nın Viyana’yı alması, Avrupa’nın Osmanlı’ya karşı tepkisel olarak birleşmesini veya sanayi devrimini hızlandırmasını sağlayabilirdi. Ancak Osmanlı’nın Avrupa’nın ekonomik düzenini değiştirerek feodalizmin çöküşünü geciktirmesi gibi bir ihtimal de vardı.

Osmanlı modeli, sanayi burjuvazisinin yükselmesini engelleyebilirdi. Osmanlı’nın Avrupa’nın iç ticaret yollarını kontrol etmesi, kapitalizmin gelişimini geciktirebilir ya da Osmanlı’nın Avrupa’daki ekonomik gücünü artırabilirdi.

Osmanlı’nın Viyana’yı alması, Avrupa’nın siyasi ve kültürel çehresini köklü şekilde değiştirebilirdi. Avrupa’da Osmanlı etkisiyle daha büyük bir İslamlaşma yaşanabilir, Osmanlı’nın merkezi rolü güçlenebilir ve Avrupa’nın siyasi yapısı farklılaşabilirdi.

Ancak, Osmanlı’nın bu başarıyı ne kadar sürdürebileceği de ayrı bir tartışma konusudur.

Osmanlı’nın Viyana’da bıraktığı izler 

Osmanlı’nın Viyana’ya yönelik iki büyük kuşatması [1529 ve 1683] başarısız olsa da, geride bazı izler bıraktı. Bugün bile Viyana’da Osmanlı dönemine dair çeşitli mimari, kültürel ve gastronomik etkiler görmek mümkün.

Osmanlı’nın saldırıları sonrası Viyana’da yeni surlar ve kaleler inşa edildi. Osmanlı kuşatmalarına karşı güçlendirilen Viyana surları, 19. yüzyılda yıkılmış olsa da bu savunma sistemleri Viyana’nın şehir planlamasında önemli rol oynadı.

Osmanlı kuşatmalarına dair birçok tablo, Viyana’daki müzelerde ve kiliselerde sergilenmektedir. Özellikle Karlskirche Kilisesi gibi yapılarda Osmanlı etkisi anlatılır.

Osmanlı kuşatmasının ardından Viyana’da ilk kahvehaneler açıldı. Efsaneye göre, Osmanlı ordusunun geri çekilirken bıraktığı kahve çuvalları sayesinde Viyanalılar kahveyle tanıştı. Özellikle Franz Georg Kolschitzky adlı bir kişi Osmanlı’dan kalan kahve çekirdeklerini kullanarak ilk Viyana kahvehanesini açtı. Günümüzde “Wiener Melange” [Viyana tarzı sütlü kahve] gibi kahve çeşitleri Osmanlı kahve kültürünün izlerini taşır.

Osmanlı etkisi Viyana’daki Almanca lehçesinde bazı kelimelerde de görülebilir.

Kaffa: Kaffee [Kahve]
Joghurt: Yoğurt
Divan: Divan [sedir, kanepe]

Viyana’nın meşhur tatlısı “Apfelstrudel” ile Osmanlı baklavası arasında benzerlikler vardır. Hamur tekniğinin Osmanlı’dan geçtiği düşünülmektedir.

Avusturya’nın en meşhur yemeği olan Wiener Schnitzel, Osmanlı’nın “şinitzel” [pane edilmiş et kızartması] tarifinden türemiş olabilir.

Osmanlı’nın Viyana’ya ulaşması Avrupa için büyük bir şok olmuştu ve bu olay Avrupa’daki Osmanlı imajını güçlendirdi. Ancak Osmanlı Viyana’yı fethedemese de kahve kültürü, mimari detaylar, savaş ganimetleri ve gastronomik miras gibi birçok iz bıraktı. Bugün bile Viyana’da Osmanlı’nın gölgesini hissetmek mümkün.|© DerVirgül

 

Yayınlama: 08.02.2025
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.