Teorik aşk, pratiğe taşınabilir mi? | Gerçekten sana aşık mı?

Teorik aşk, pratiğe taşınabilir mi? | Gerçekten sana aşık mı?

| Derleyen Adem Hüyük

Sokrates’e göre aşk, [Yunanca: Eros] güzelliği aramaya yönelten bir güçtür, ancak bu güzellik fiziksel değil, ruhsal güzellik olmalıdır. Aşk, insanı bilgelik ve erdeme yönlendiren bir arzu olarak görülmelidir. Ona göre gerçek aşk, insanı daha yüksek bilgiye ve ahlaki mükemmelliğe götüren bir araçtır.

Sokrates, aşkı ruhun bir tür yükselişi olarak tanımlar; kişi başlangıçta fiziksel güzelliği arzularken, zamanla ruhsal ve entelektüel güzelliğe yönelir. Bu süreçte kişi, nihai olarak “güzelliğin kendisi”ni, yani mutlak güzelliği anlama arayışına girer.

Bu görüşler, Platon’un idealar teorisi ile de bağlantılıdır; çünkü Sokrates’in aşk anlayışı, duyusal dünyanın ötesinde, daha yüksek ve saf bir varoluş seviyesine ulaşma çabasını temsil eder.

Aşk, bireysel bir duygu olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal yapının bir yansıması ve bu yapı içinde şekillenen belirleyici güçlü bir dalga kıran değil midir?

Gerçek aşk her iki tarafın da birbirinin bağımsızlığını tanıdığı ve ilişkilerinin dışında birbirlerinden ayrı olarak amaç ve çıkarlar güttükleri bir iş birliğini içermez mi?

İnsanlar “Platoncu aşk” dediklerinde genellikle “Senden hoşlanıyorum; ama eline koluna sahip ol” demek isterler. Bu aslında Platon’un anlatmak istediği şey değildir. O, aşkın, evrendeki ilahi ve güzel olan her şeye değer vermemize ve dünyada güzellikler yaratmamıza ilham olacak bir şey olduğunu düşünüyordu.

Platon’un aşk anlayışında merdivenin zirvesine ulaşıldığında seks pek de önemli bir yer tutmaz; ancak seks genellikle bizi ilk etapta merdivene doğru yönelten ve bize ilk adımı attıran şeydir.

Fiziksel çekim; evrendeki bütün güzellere karşı duyulan sevgi ve idrake ulaşan sevgi merdiveninin sadece ilk adımıdır.

Peki, ‘aşkın’ insani bir duygu olarak kapitalizm ile ilişkisi, köle-efendi diyalektiğinin bir yansıması mıdır?

Yaşanmış ve yaşanması kaçınılmaz olan toplumlar ile aşk ilişkisi belki de bazılarınıza biraz garip gelebilir.

Editörün notu: İnsan varlığının bilinen tarihine kadar inildiğinde ve bu insanların yaşam biçimlerinin, yani yaşamak için yemek ihtiyacını giderme, bunu paylaşma yöntemi, özel mülkiyetin somut olarak doğuşu ve insanın diğer bir insan üzerinde üstünlük sağlaması ve ona çıkarları doğrultusunda eşya gibi hükmetmesi, hükmedilenin örgütlenip başkaldırması ve karşıtların yeniden karşıt olmalarına gereksinim duyulmayan, var olanı eşit/adaletli bir şekilde paylaşıldığı bir düzene ulaşılması gibi, yaşanan insanlık tarihindeki bu değişik toplumsal davranışların tamamına, “toplumsal yaşam” denmektedir.

Toplum türleri olarak da bilinen toplumsal yaşam süreci kendisini, ‘İlkel Komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve Komünist toplum’ diye sınıflandırılmıştır.

Aşk her toplumda kendisini farklı bir şekilde hissettirmiş olması, içinde bulunulan toplumsal yaşamın ilişkiler ağı, aşkın yaşanılmasını ve hissedilmesini kendi ilişkiler ağına göre belirlemiştir.

Her ne kadar efsane olarak kabul edilmiş olan, “Mecnun’la leyla, Ferhat’la şirin” gibi mitler, kendi döneminde çok hayranlık uyandıracak bir aşk olarak görülmedikleri bilinmektedir. Dönemsel aşklara duyulan hayranlık, mevcut toplumsal yaşamda hissedilen aşk, ve bu aşkın bireye verdiği duygunun, bireyin koşullarına ve bu koşulların yarattığı koşullar tarafından belirlenmektedir.

Kapitalist toplumlarda aşkı belirleyen ve aynı zaman anlamsız kılan çıkar ilişkileridir. Zengin birisine karşı ilginin artma hızı ile fakir bir bireye olan ilgi reaksiyonu, hiçbir zaman aynı olmamıştır.

Platon’un aşkın yüceltilmesi teorisi – “yukarı doğru tırmanarak… birden ikiye, ikiden tüm güzel biçimlere, güzel biçimlerden güzel eylemlere, güzel eylemlerden güzel kavramlara, güzel kavramlardan mutlak güzellik kavramına ulaşana kadardır. Ancak aşk, kapitalizm tarafından yeniden biçimlendi.

Öte yanda günümüzde bir başka sorunun yanıtını aramamız gerekmektedir.

Hangi Anlamda Aşk?

Aşka farklı farklı yaklaşımlar, tanımlar var olmakla beraber “aşkın” bir hissiyat, bir duygu durumu olduğu ve dolayısıyla aklın sınırlarının dışına itilen bir nitelikle betimlendiğini biliyoruz.

Tolstoy aşkın yahut sevginin bir tür fedakârlık, özveri olduğunu söyler. Tolstoy’a göre sevgi yahut aşk denilen duygu öyle bir güçtür ki, insan kendi zamanını ve gücünü diğerine verdiğinde, kendi bedenini sevilen bir nesne için feda ettiğinde ve ona hayatını verdiğinde o zaman bütün bunlar sevgi, aşk olarak kabul edilebilir. Ona göre sadece böylesi bir sevgide aşkın bize vereceği ödülü ve iyiyi bulabiliriz.

Hegel ise aşkı, yahut sevgiyi ne sınırlayan ne sınırlanan bir şey olarak görür. Hegel için kısaca aşk yahut sevgi hiç de öyle sınırlı bir şey değildir. Ve onun bir duygu olduğunu da açıkça ifade eder. Ancak “diğer tekil duygular arasında tek bir duygu değildir.” Çünkü ona göre “tek bir duygu sadece bir parçadır ve bütün yaşam değildir.” Bu noktada Hegel “tek bir duyguda mevcut olan yaşam engelleri yok eder ve kendisini bu çeşitliliğin bütünlüğünde bulmak amacıyla duyguların çeşitliliğinde kendisini dağıtana kadar ilerler” der.

Renata Salecl’ın bu konudaki görüşlerine bakarsak, herkesin aşık olma şansı vardır. Aşkın dolayımsız, doğrudan bir algı, duygu olduğunu söyler. Ancak kapitalist çağda aşkı bir duygu durumu olarak bilmemize rağmen Renata Salecl onu rasyonalize etmeye ve hesap etmeye çalıştığımızı, hesaplamayı kullandığımızı söyler. Bunu aşkı bulmak için kullanılan araçları örnekleyerek açıklar: örneğin interneti, piyasayı kullanırız aşkı bulmak için. Piyasa örneğine “evlilik programlarını” verebiliriz. Her şey önceden akılsallaştırılmış, belli çerçeveler ve ilkeler doğrultusunda bir sistem kurulmuş, ideal eş mantıksal çıkarımlar sonucunda matematiksel hesaplamalarla, hiçbir şansa açık kapı bırakmadan belirlenmiştir.

Friedrich Schiller, Immanuel Kant, Johann Wolfgang Von Goethe, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Şems-i Tebrîzî, Yunus Emre, Konfüçyüs, Platon ve Sokrates gibi yüzlerce filozof veya yazarın aşka dair tespitleri, her bir filozofun kendinden sonra ki birkaç yüz yıla dair fikirler üretebilmiş, ancak ileriye doğru bir devamlılık görevi gören bir “virgül” görevi görmüştür.

Sonuç olarak aşk; dönemsel olarak şekillenen insani bir duygu olmakla beraber, içinde bulunulan mevcut koşulların dayattığı sübjektif zorunlular etrafında oluşan ve şekillenen, ilk etapta kurtulması zor bir duygu yoğunluğu sanılan, her dönem dünyanın en güzel duygusudur.

Aşkın dönemselliğini bilmek ve ona göre manevi bir beklentiye gitmek, aşkın etkilendiği sistemin, aşk üzerindeki etkisini bilmemizi sağlayacağı gibi, sonuçlarından da daha az etkilenmek mümkün olacaktır.

Kapitalist toplumun duygularımız üzerindeki etkisi bir yana, mantığımızı yok eden aşk üzerindeki etkisi de kaçınılmaz olarak çok etkindir.

Şöyle bir düşünün; aşk ilişkinin sona ermesine ramak kala tarafların ifadeleri sadece maddiyat veya karşı tarafa fedakârlık yaptığı üstünlüğüdür. Verdiğini veya verdiğini sandığı şeyleri geri istemek, emek harcadığını ileri sürmek ve karşılığında onu aşağılamak gibi davranışları belirleyen sizce aşk mıdır, yoksa sitemin ona dayatmasında doğan âşık olduğunu sanması mıdır? | ©DerVirgül

Yayınlama: 13.08.2024
Düzenleme: 13.08.2024
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.