VirgülYorum/ Alman Demekle İnsan Demek Arasında Fark Var!
Almanya’da bir kavga sonucu hayatını kaybeden kişinin ulusal kimliği üzerinden yapılan çağrılar, ölen kişi için değil, ırkçılığın güçlenmesi için yapılmıştır.
Kendimize benzemeyen insanı nasıl görüyoruz?
‘Biz’den farklı olanlar, insandan ayrı bir şey mi?
‘Biz’ üstün insansak, onlar nasıl insan?
Daha az mı insan?
‘Biz’den iyi mi kötü mü?
‘İyi insanla kötü insanı’ belirleyen ne?
‘Onlar’ aşağı da mı yukarı da mı?
Da- ha mı akıllı?
Yoksa aptal mı?
Daha mı güzel?
Örnek alınmalı mı?
Yoksa ona örnek mi olmalıyız?
‘Onları eğitmeli mi, onlardan eğitim mi alınmalı?
Bütün bu soruların yanıtını, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik konumu gereği güçlü olmak belirliyor.
Bir Almanın, kişisel hiçbir beceri, kabiliyet ve başarısı olmadığı halde kendisini diğer bir ulus bireyinden üstün görmesinin arkasında yatan hastalıklı düşünceyi, içinde yaşadığı ve mensubu olduğu devletin sosyo-ekonomik koşulları belirliyor ve ona özgüven kazandırıyor.
1775 yılında Alman filozof Immanuel Kant’ın ‘Çeşitli İnsan Irkları Üzerine’ makalesi ve Friedrich Blumenbach’ın ‘İnsan Türünün Doğal Çeşitleri Üzerine’ başlıklı doktora tezi de bundan birkaç ay sonra Götingen Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne tez olarak sunulması, ırkçılığın ‘resmi’ tarihinin başlangıcı olmuştur.
Sömürü sisteminin meşru bir zemin kazanması için insanlar arasında yapılan bu ayrım, güçlü devletlerin daha aşağıda gördüğü diğer ülke insanlarının kendilerine hizmet için var olduklarını, fiziksel, beyinsel ve kültürel farklılıklar üzerinden üstün olduklarını göstermenin bir diğer adıdır ‘ırkçılık.’
Almanya’da sıradan bir sokak kavgasında bir insanın hayatını kaybetmesinin, bir anda ırkçı bir linç girişimine dönüşmesinin altında yatan da, bu üstünlük hissi olmuştur.
Ölen kişinin Alman olması, onun sıradan bir insan olduğunu unutturmuş, insan kimliği yerine ulus kimliği olan Alman kimliği ön plana çıkartılmıştır.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde her gün çeşitli sokak kavgalarında öldürülen mülteci veya göçmenlerin hiç birisi bu kadar önemsenmemiş, gündem olmamıştır. Çünkü bu ölümler, ırkçılık içermeyen kişisel kavgaların sonucunda meydana gelmiştir.
Şayet, öldürülen Alman vatandaşı, Alman olduğu için hedef alınmış olsaydı!
Bu bir ırkçı saldırı olmuş olurdu.
“Bir ülkede ırkçılık var mı?”
“Ne zaman var?”
“Ne zaman yok?”
Sorularına yanıt arayan Fransız sosyolog Michel Wieviorka, iki ana, dört ara aşamadan söz eder:
Alt-ırkçılık
Bölünmüş ırkçılık
Politik ırkçılık
Tam-ırkçılık.
Ona göre birinci ve ikinci aşamalar, siyaset dışında, tekil bireyleri içe- ren, ayrımcı, ön ve/veya kalıp yargılar içeren davranış ve tutumları içeriyor.
Son iki aşama (üç ve dört) ise hükümet ve siyasetin içine nüfuz etmiş, gündelik politikalara dökülmüş, ülkenin hukuk sistemine bulaşmış, hatta belki onu ele geçirmiş ırkçılıklara atıf yapıyor.
Alt-ırkçılık bireylerde görülen tekil tutum, davranış ve fikirleri içeriyor. Hatta bunlara ‘ırkçı’ demek pek doğru olmayabilir; populist ve yabancı korkusundan (zenofobi) kaynaklanan tutum ve davranışlar olarak algılamak daha doğru: Gündelik hayatta görülebilecek, ara sıra şiddet de içerebilen olaylar.
Bölünmüş ırkçılık yine zayıf ve çok iyi dillendirilemeyen, ama birinci- sinden daha belirgin durumlara atıf yapıyor.
Bu aşamada ırkçılık temel bir soruna dönüşmeye başlıyor; ama güçlü siyasi ifade bulamadığından birleşik ve bütünsel bir durum değil.
Politik ırkçılık, bunlara karşılık, bu alanda siyasi ve entelektüel tartışmaların başlaması ve gerçek siyasi güçlerin olguya ikili bir birliktelik kazandırmasından kaynaklanıyor.
Bir yandan ırkçılığa ideolojik bir yapı hazırlayıp, somut göstergeleri olan birtakım problemleri tanımlarken, diğer yandan da pratik olarak örgütlenme biçimleri öneriyor.
Tam-ırkçılık ise bizzat devletin ırkçı ilkeler üzerinde yapılandığı aşamayı tanımlıyor: Kölecilik dönemleri, 1964 öncesi ABD’de Afrikalı Siyahların seçme ve seçilme hakkı olmaması; 2010 yılında Romanların Fransa’dan sınır dışı edilmesi; bugün hâlâ Suriye’de Kürtlerin ‘vatandaş’ sayılmaması, Kürt kökenlilere pasaport verilmemesi; 1990 öncesi Güney Afrika’da Siyahların, çalıştıkları şehirlere ancak pasaport ile girebilmesi; 1991 yılına kadar Türkiye’de Kürtçe dilinin yasaklanması gibi.
Açıklamayı basitleştirmek üzere, Wieviorka dört kategoriyi ikiye indirgiyor ve ülkeleri bu açıdan değerlendirirken siyaset-altı aşamadaki ırkçılık ve siyasi ırkçılık ayrımı yapmakla yetinilebileceğini söylüyor.
Bu gün Almanya Nazi gösterilerini tartışıyor.
Almanya, Avusturya veya diğer AB ülkeleri, aşırı sağ partilerin baskısı altında, aşırı sağ politikalar yaparak, ırkçılığa cesaret vermekteler.(virgül.at)