Yeniden yükselen sömürgecilik ve devrimci faktör
Avusturyalı felsefeci ve terapist Immanuel Fruhmann dünyanın ahvaline bu iki farklı disiplinin penceresinden baktı: Çin’in emperyalizmi üzerine çok şey söyleniyor. Peki ya Batı? “Küresel terörizmi” tetikleyen ve besleyen Batı’nın emperyalizmi.
Çin’in büyüyen ekonomik emperyalizmi, insan hakkı ihlalleri ve çok uluslu şirketlerin insanı ve doğayı büyük ölçekte sömürmesi üzerine söylenecek çok şey var. Peki ya Batı?
Sömürge Dönemi’nde Batı, din aracılığıyla “iyi şeyler” getirmek, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını ve insanlarını sonuna kadar sömürürken dünyayı “medenileştirmek” için yabancı ülkeleri işgal etti.
Şimdi çok farklı. Batılı ülkeler evrimleşti, tarihten ders çıkardı… Gerçekten mi? Öyle mi oldu? Aynı temel kalıplar hala yürürlükte değil mi? Batı hala dünyaya karşı üstün hissetmiyor mu?
Psikoloji/psikoterapiyi bir analiz aracı olarak ele alalım: “Üstünlük hissi”, aşırı telafi edilmiş bir “aşağılık kompleksinden” kaynaklanıyor (Sigmun Freud’ın “Çarşamba Topluluğuna” katılmış Avusturyalı fizikçi Alfred Adler’in adlandırmasıyla). Bu da
Adler’in “üstünlük kompleksi” olarak adlandırdığı şeydir: Başkalarından üstün hissetmek için kendi yetersizliklerini aşırı telafi etmek.
Sömürgeciliğin temelinde de Hristiyanlık’taki kültürel açıdan kökleşmiş aşağılık kompleksinin (“orijinal günah”) üstünlük kompleksine doğru aşırı telafisiden kaynaklanan ve diğerlerinden üstün olduğunu iddia eden kolektif inanç yer almıyor mu?
Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve diğerleri Batı müdahaleciliği ve “ulus inşası” saldırılarına maruz kaldı. Sovyet-Afgan savaşında (1979-1989) üstünlük kompleksinin yönlendirdiği SSCB, Afganistan’da komünizmi getirme çabasında mağlup oldu.
Batılı müttefikler 2002’den beri Afganistan’ı ve bölgeyi batılılaştırıyor ama beklenen sonucu alamıyor: “Tarih kendini tekrarlar, ilki trajedi sonraki komedi olur.” (Karl Marx)
Batılı liderlerin dünyayı kendi idealleri doğrultusunda şekillendirerek kurtarma, asırlık yerel gelenekleri kırarak bunun yerine herkesi Batılı geleneklerine çağırma çabasından oluşan bir tarihi var.
Kendini “dünyanın geri kalanından” hala üstün gören Batı, dünyayı bu kez din yerine “yeni dinler” olarak ortaya çıkan demokrasi ve bilime uymaya zorluyor.
Peki Batılı teknoloji dünya genelinde benimsenirken demokrasi ve insan haklarının tesisi neden zor oluyor?
İnsan haklarını şiddetle savunurum. Ancak birçokları insan haklarını Hristiyanlığın, örneğin şeri hukuktan farklı, sekülerleşmiş bir alt katmanı olarak görüyor. Bu inkar edilemez. Ve çoğu şunu öne sürüyor: Kültürün ötesinde, neredeyse tüm ülkeler BM
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne riayet etmeyi taahhüt etmiştir.
Elbette öyle, ancak yerel geleneklere tehlike yaratan bir “Batı ürünü” olarak reddedilen insan haklarına birçok ülkede sadece kağıt üzerinde saygı duyuluyor.
Evrensel olarak herkese uygulansa da, birçok kimse insan haklarını Aydınlanma Çağı temelli, İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetine bir tepki olarak ilk önce Batılı düşünürler tarafından üretilen bir “Batı icadı” olarak algılıyor. İnsan haklarının zayıflığı burada.
İnsan haklarına direnişin kökeninde bu hakların, dünya genelinde demokrasiyi yayarken insan haklarını yeryüzünün sorumsuzca sömürülmesine karşı bir kılıf olarak kullanan Batılı güçlere ait yeni bir sömürge türü olarak algılanması yatıyor. Çin ise bunu, demokrasi ve insan hakları olmadan işletiyor.
Ayrıca, insan hakları Batı ülkelerinde bile yeterince oturmuş değil (mesela entegrasyon sorunları, çok uluslu şirketlerin etik dışı davranışları). Büyük oranda üst düzey Batılı üniversitelerde eğitim görmüş Asyalı patronların yerel işçilere yaptığı işkenceleri, Batı’da eğitim görmüş birçok zalim diktatörü hatırlayın. Batılı eğitim, dayatıldığı takdirde yetersiz kalıyor. Görülen o ki, nispeten yeni bir kavram olan insan haklarının kültürel olarak içselleştirilmediği yerlerde köklü ve asırlık kültürler daha ağır basıyor.
Batı müdahalelerinin bedelini kim ödüyor? Batının ekonomik ve stratejik çıkarlarıyla örtüşen “ulus inşasının” ve müdahaleciliğin tarihi Paolo Sensini (“Siz demokrasiye gelmezseniz demokrasi size gelir”) William Blum (“Amerika’ya nazik olun. Yoksa ülkenize demokrasi getiririz!”) gibi eleştirmenleri, hatta video oyunlarını bile (“Demokrasiyi kucaklayın yoksa yok edileceksiniz!” – Fallout 3, Liberty Prime) besliyor.
Peki “demokrasi ve insan haklarını yurt dışında yayma” arzu edilen sonuçlara ulaşabildi mi? Batılı değerlerin dünya çapında tesisini savunanlar “Değişim zaman alır” diyor. Doğru, nesiller sürer.
Amerikalı sosyolog Robert K. Merton’un Beklenmedik Sonuçlar Kanunu, müdahalelerin istenmeyen sonuçlarına atıfta bulunuyor. Zalim geleneklerle karşı karşıyayken müdahale etmemek zor olabilir. Ama unutmayın: Bunlar, Batı perspektifine göre “zalim”.
Batı’nın “tepedeki parlak şehir” (bkz. Püriten John Winthrop ve Amerikan istisnacılığı) veya “dünyanın gıptası” olduğu yönündeki öz imgesi dünyayı Batılı standartları kabul etmeye ve (Hollywood ve medya üzerinden yayılan)Batı kopyaları yaratarak kendini model almaya çağırdığı aşırı telafi üzerinden kendini ele veriyor. Hindistan’ın yaygın cilt beyazlaştırma takıntısı veya Asya’nın Batılı görünmek için yapılan güzellik ameliyatları çılgınlığı çok şey söylüyor.
Batı, İnternet üzerinden yeni bir sömürgeciliğe, küresel kültürel standardizasyon sürecine öncülük ediyor. Standartlaştırılmış bir dünya temelde kapitalist küresel ticarete fayda sağlar. Batılı liderler çoğu zaman, demokrasi isteyip istemedikleri sorulmayan yerel halkı ezip geçiyor. Bu nedenle de Batı müdahaleciliği, yabancı ülkelerin doğa ve insan kaynaklarını sömürme girişimleri gibi görünüyor.
Bu iki yüzlü Batılılaşma süreci kendi içinde çelişki arz ediyor: İncil’in Batı’da büyük ölçüde “miadı dolmuş” görülmesi sebebiyle artık Hristiyanlığı yaymayan Batılı kültürel emperyalistler, dünyayı Batılı yaşam tarzları, demokrasi ve insan hakları gibi unsurları kabul etmeye çağırıyor. Çokuluslu Batı şirketleriyse dünya çapında halkları ve doğayı pervasızca sömürüyor, insan haklarını ihlal eden zalim rejimlere silah temin ediyor.
Gelenekleri değişime hazır olmayan yerel nüfus göz ardı edildiğinde, yukarıdan aşağıya empoze edilen demokrasi sadece yüzeysel sonuçlar yaratıyor. Fransız Devrimi’ne (1789-1799) baktığımızda Fransa’daki rejimi Fransızların devirdiğini, Amerikan Devrimi’nde (1775-1784) Britanya hükümdarlığını yıkanın Amerikalılar olduğunu görürüz.
Devrimler sadece içeriden dışarı doğru bir “güçle” ve halkın çoğu istediğinde kalıcı değişimler sağlar. Devrimci faktör budur. Bu olmadan, yerel halkın müdahaleciliğe gönülsüzlüğünü göz ardı ederek değişim getiren yabancı güçler kendi çıkarlarını güvene almaya çalışan emperyalistler olarak algılanıyor. Fransız Devrimi yabancı güçlerin içişlerine müdahalesi olarak algılansaydı Fransız halkının devrime göstereceği gönülsüzlüğü düşünün.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya halkın çoğunluğu üzerinden değişimi kabullendi. Psikolojik açıdan her şey, empoze edilen şey demokrasi olsa bile, kabilelerden internet sansürcüsü rejimlere kadar her yerde bundan insanlar değişime gönülsüzse direnişi körükler. Dünya genelindeki Batılı kültürel-ekonomik-askeri müdahale Batı karşıtı duyguları, hatta “küresel terörizmi” tetikliyor ve besliyor.
Devrimin itici gücü, yerel halk değişime hazır olduğunda var olan “iç güçtür”. Ancak o zaman, zemin değişimi bizzat kucaklayan halk tarafından sağlandığında kalıcı olacaktır
Dr. Immanuel Fruhmann, bilim ve dil felsefesiyle kültürel ve sosyal felsefede uzmanlaşmanın yanı sıra jeopolitik analiz ve halka felsefi ve eğitimsel perspektif sunmada uzun yıllar deneyim sahibi olmuş, Avustralyalı felsefeci ve eğitimcidir. Psikoterapi eğitimi alan Fruhmann, aynı zamanda koç, danışman ve yazar olarak çalışıyor./ Immanuel Fruhmann/ Independent