Avrupa sağa kaymaya devam ediyor
Avrupa’nın gündeminde bu hafta Avrupa Parlamentosu seçimleri vardı. Beklendiği gibi aşırı sağcı partiler seçim sürecinden güçlenerek çıktı.
Avrupa Birliği’nde Avrupa Parlamentosu seçimleri sonuçlandı ve beklendiği gibi aşırı sağcı partiler süreçten güçlenerek çıktılar. Milletvekili dağılımı sonuçlarına göre merkez sağ ve merkez sol büyük oranda oy kaybı yaşadı. Bu hafta Fransa ve Almanya’dan çevirdiğimiz yazılar, geleneksel sağ ve sol partilerin oy kaybını incelerken aşırı sağın güçlenmesine vurgu yapıyor.
İngiltere’de de aşırı sağın büyük kazanımlar ile çıktığı seçimler sonrası hâlâ Brexit konusunda belirgin bir tablo ortaya çıkmazken, Başbakan Theresa May ise istifasını sundu. İngiltere demokrasisinin derin krizi devam ediyor.
SAĞA DOĞRU KAYARKEN
German Foreign Policy
Beklendiği gibi, seçimlerde çok sayıda Avrupa Birliği ülkesinde aşırı sağ partiler önemli kazanımlar elde etti. İki ülkede, aşırı sağcıların partileri en güçlü parti oldu: İtalya’da İçişleri Bakanı Matteo Salvini’nin partisi Liga yüzde 30’luk bir oranla ilk sırada yer aldı; Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi yüzde 23,7 ile lider oldu. İspanya’da Vox oyları yüzde 6,2’ye ulaştı; Almanya’da AfD, 2014’te 7,1 olan oy oranını yüzde 10,8’e yükseltti ve Brandenburg’taki yüzde 21,2, Saksonya’daki yüzde 29 ile iki eyalette en güçlü parti haline geldi. Avusturya’da eski başkan Heinz-Christian Strache’nin skandalına rağmen FPÖ yüzde 17 oranında oy aldı. İsveç Demokratları yüzde 9,7’den (2014) yüzde 15,6’ya yükseldi. Finlandiya’da da “Finliler” yüzde 13,8’e erişti. Sadece Yunanistan’da faşist Altın Şafak kayba uğradı; oy oranı yüzde 9,4’den (2014) yüzde 4,8’e düştü.
FAŞİZMİN ‘İYİ YANI’
Aşırı sağın kazanımları, AB’nin bazı ülkelerinde tarihsel faşizme duyulan hayranlığın artmasıyla birlikte ilerliyor. Macaristan’da yıllarca sadece eski “imparatorluğa” ve Nazi iş birlikçisi Miklos Horthy’ye değil, Nazilere yakın yazarlara duyulan hayranlık da artmaktaydı. İtalya’da da benzer bir gelişme var: Uzmanlar on yıllardır Mussolini’ye duyulan hayranlığın artmakta olduğunu gözlemlemekteydiler. Ancak o zamanlar bunları parlamentoda temsil edecek güçlü partiler yoktu. İçişleri Bakanı Salvini, Mussolini’nin bir zamanlar sürekli konuşma yaptığı balkonda bir kampanya konuşması yaptı. Salvini röportajlarının toplandığı bir kitap kısa süre önce faşist parti CasaPound’a yakın bir yayıncı (Altaforte) tarafından yayınlandı. Yayınevinin kurucusu Francesco Polacchi, “Ben faşistim, anti-faşizm bu ülkenin gerçek kötülüğüdür” diyen biri. Ancak Mussolini’nin itibar kazanması sadece aşırı sağ örgütlerle sınırlı değil. Berlusconi’nin partisi Forza İtalia’nın başkan yardımcısı, AP dönem başkanı olan Antonio Tajani; “Mussolini demokrasi ustası değildi ama iyi şeyler de yaptı” açıklamasını yaptı bile.
ÇÜRÜME VE SAVAŞ
Avrupa Parlamentosu açıkça sağa doğru ilerler ve faşizm gittikçe daha popüler hale gelirken, halkın arasında AB’nin geleceği hakkında kuşku yaygınlaşıyor. Son araştırmalar, üye devletlerin çoğunda nüfusun en az yarısının Birliğin 10 ila 20 yıl içinde parçalanmasının ‘muhtemel’ olduğuna inandığını gösteriyor. İtalya ve Polonya’da yüzde 57, Fransa’da yüzde 58 bu görüşte. Üç üye ülkede bu tür bir senaryoyu gerçekçi bulmayanların oranı ise üçte birden az. Ayrıca, çoğu üye ülkede halkın üçte bire yakını 10 yıl içinde AB ile ABD arasında bir savaş çıkacağını tahmin ediyor. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) tarafından yapılan bir araştırmaya göre Almanya’da nüfusun yaklaşık yüzde 27’si, Çek Cumhuriyeti’nde yüzde 31’i, Macaristan’da yüzde 33’ü, Fransa ve Avusturya’da yüzde 35’i bu düşüncede. ECFR’ye göre, Avrupa’da savaş korkusunun en yüksek olduğu yaş grubu 18-24; Hollanda ve Romanya’da gençlerin yüzde 50’den fazlası bu korkuyu taşıyor.
ÇATIŞMALARLA SARSILARAK
Aşırı sağın yükselişi ve artan çürüme, AB içindeki siyasi ve ekonomik gerilimlerin giderek arttığı bir dönemde gerçekleşiyor. Mevcut araştırmalar, iç piyasa, avro ve doğuya genişlemeden en fazla Almanya’nın kazançlı çıktığını gösteriyor. Diğer bazı ülkeler ise önemli kayıpları kabullenmek zorunda bırakıldılar. Mültecilerin ‘püskürtülmesi’ yöntemleri AB’yi uzun yıllar boyu sarstı ve ırkçılığın artmasına yol açtı. Almanya kaynaklı kemer sıkma dayatmalarına karşı da açık bir isyan gelişti. Birliğin merkezi gücü Almanya ile en güçlü ikinci devlet olan Fransa arasındaki anlaşmazlıklar ise artmaya devam ediyor.
AB’NİN ÇÖKÜŞÜ
Gerginliklere bağlı olarak Almanya’nın dış politika kurumlarında Birliğin geleceği hakkında açık bir tartışma sürdürülüyor. Alman Dış İlişkiler Topluluğu tarafından yayınlanan “Internationale Politik” dergisinin son sayısında, “On yıl önce AB’nin yıkılmasının gündeme gelebileceğini öngören herkes, iflah olmaz karamsar olarak nitelenirdi” deniyor.
Dergide, “AB’nin nasıl yok olabileceği” de dahil olmak üzere gelecekle ilgili çeşitli senaryolar özetleniyor. Makaleye göre, şiddetli bir ekonomik veya siyasi kriz -yeni bir mali veya mülteci krizi- yanı sıra mevcut gerilimleri telafi etmeyecek, tersine daha da şiddetlendirecek “reformlar” yoluyla dağılma gündeme gelebilir.
(Çeviren: Semra Çelik)
FRANSA: EMMANUEL MACRON, SAĞIN ŞAMPİYONU
Michel SOUDAIS
Politis
Kaybetti ama aynı zamanda kazandı. Emmanuel Macron 26 Mayıs seçimlerinde birinci olma bahsini kaybetti. Seçimlere dayattığı ihtirasa bakılırsa, seçim kampanyasının son anına kadar bizzat yarışa kendisi katılan Cumhurbaşkanının aldığı sonuçlara göre açıktan bir yenilgi denilebilir. Başbakan Edouard Philippe “İkinci gelenin seçimleri kazandığı söyleyemez” diye kabul etti. Fakat Başbakan “Cumhurbaşkanı ve Meclis çoğunluğunun projesine devam etme” konusunda ne kadar “kararlı” olduğunu da ifade etti. Ona göre, iktidara gelme konusunda kendilerine alternatif olabilecek diğer partilerin büyük bir yenilgi alırken kendilerinin yüzde 22,4 oy alması, yani Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turuna yakın bir oyda (yüzde 24) kalabilmeleri pozisyonlarını güçlendirdi.
Fakat iki seçim arasında İlerleyen Cumhuriyet’in (LREM-Macron’un partisi) seçmen tabanı değişti. Cumhurbaşkanlığının ilk turunda Emmanuel Macron’un seçmenleri esas olarak soldan ve Sosyalist Parti’nin saflarından geliyordu. İki yıl sonra bunların önemli bir kesimi uzaklaştı, yerlerine sağın geleneksel seçmenleri geçti. Siyaset bilimci Jérôme Jaffré’ye göre “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda Macron’a oy vermiş seçmenlerden bu sefer soldaki listelere veya Yeşillere (EELV) oy verenlerin sayısı bir milyon diyebiliriz.”
Paris’te LREM solun yönettiği bölgelerde gerilerken, sağın kalesi diye bilenen bölgelerde büyük oranda güçlendi. İster iktidarın yürürlüğe soktuğu reformlara sunulan destek olsun (Servet vergisinin kaldırılması, gelir vergisinin kurallarının değiştirilmesi, iş yasasının değiştirilmesi vs…) isterse de Sarı Yeleklilerin eşi görülmemiş sosyal hareketinin doğurduğu korkudan olsun, mülklüler artık yeni şampiyonlarını buldular.
35 yıl boyunca (1981-2017) Fransa’yı sırayla yöneten Sosyalist Parti (PS) ve Cumhuriyetçilerin (LR), birlikte yüzde 15’i zor geçtiklerine vurgu yapan Başbakan Edouard Philippe “Eski çatışmalar artık bitti” diye sevinerek belirtiyor.
(Macron’un partisi) LREM ile (aşırı sağcı Le Pen’in partisi) RN arasında sıkışan Laurent Wauquiez’in partisi (LR) seçmen tabanının iki tarafa da kaymasından dolayı yıkım yaşadı. Macron’ın çektiği seçmenlerin yanı sıra seçmenlerinin yüzde 15’e de “Macron’u yenmek için” Le Pen’e oy kullandı. Kendi tarihinin en kötü sonucunu yaşayan sağ böylelikle bir krize kapı açtı; Toulouse ve Nice gibi büyük şehir belediye başkanları gelecek yıl yapılacak belediye seçimlerinde LREM’den seçime girebilirler.
2017’de başlayan siyasi arenanın yeniden yapılanması daha tamamlanmış değil. Aşırı sağın dışında herhangi bir güçlü muhalefetle karşı karşıya olmayan Macron, politikasında bir değişiklik yapmayacağı gibi tersine politikalarını daha da derinleştirme hesabında. Gündemdeki reformlar, örneğin kamu hizmeti reformu, emeklilik reformu artık daha da hızlanarak gündeme gelecektir. Geçen pazartesi Meclis Başkanı Richard Ferrand, LREM’i8n önerisiyle meclis iç tüzük değişikliği tasarısı incelenmeye başlandı ve böylelikle muhalif grupların söz hakkı daha da kısıtlanacak. Genel tartışmaya sunulan bir metin hakkında söz hakkı beş dakika ile sınırlandırılacak, değişiklik önerilerinin sayısı sınırlandırılacak, her madde değişikliği ile söz hakkı grup adına bire indirilecek ya da iç tüzüğe uyulmamanın cezası artırılacak. Tüm bunlar ise daha “verimli” olma adına yapılıyor, yani otoriter rejimlerin en fazla öne sürdüğü söylem adına.
(Çeviren: Deniz Uztopal)
İNGİLTERE, BREXIT’TEN ÖTEYE UZANAN VAROLUŞSAL BİR KRİZİN PENÇESİNDE
Aditya CHAKRABORTTY
Guardian
Bugün İngiliz siyasetine ayna tutabilecek en donanımlı isim bir bakan veya akademisyen değil, hatta İngiliz bile değil; Brüksel´in Fransız asıllı görevlisi Michel Barnier. AB’nin baş müzakerecisi olarak geçirdiği 1036 gün içinde saatlerce Theresa May’in karşısında oturdu, David Davis, Dominic Raab ve devlet bakanları ile pazarlıklar, sayısız İngiliz hükümeti görevlisiyle görüşmeler yaptı. Barnier sistemimizi baştan aşağı bilen bir yabancı. Hal böyle olunca Brexit müzakereleri üzerine BBC’nin Storyville Belgeleri programı ortaya çıktığında dinlemek için iyice sokuldum.
Mart’ta çekilen programda İngiltere’nin AB’den yakın zamanda kopamayacağı belli olduğunda Barnier, kıdemli Avrupa parlamenterlerine brifing verirken gösteriliyor. Son olayların “yorgunluktan fazlası” olduğunu söylüyor; “İngiltere’de çok ciddi bir kriz var-ki bu kriz Brexit metniyle ya da İrlanda ile ilgili değil. Bu çok daha derin, varoluşsal bir kriz.”
İngiliz elitlerini üç yıl boyunca adeta mikroskopla inceledikten sonra, AB’nin en ileri yetkililerinden biri şöyle söylüyor: Hata ne bir cümlede ne de bir açıkta; Brexit’in kendisinde bile değil. İngiltere, kendisi kadar büyük bir krizin içinde.
İşçi Partisi’nin İskoçya’da silinip atıldığı, Galler’de bozguna uğradığı ve Londra’da kuşatma altına alındığı bir seçimden çıktık. Hükümet partisi Yeşiller’in gerisinde kaldı. İki ana parti tüm oyların çeyreğinden daha azını alabildi. Brexit referandumunun üçüncü yıl dönümüne yaklaşıyoruz ve Hükümet halen tüm siyasi ve iktisadi düzenle zıt referandum sonucuna sebep olan sorunlar hakkında uzlaşmaya varmakta isteksiz.
Seçmenleri yıllarca cepte gören bir anlayıştan sonra siyasiler ve uzmanlar, nasıl davranacaklarını bilemez halde; adeta bir elit felci geçiriyorlar. Öte yandan partili demokrasimizin hedef tahtasında durduğu bir ortamda toplumun öfkesi körükleniyor. Sonuç olarak ulusal psikolojik durum King Lear’daki “Öyle şeyler yapacağım ki- şimdi ne olduklarını bilemesem de- gerçekten dehşetli olacaklar” sözlerine benziyor.
10 Muhafazakar Parti lideri adayı da aynı kelimeleri farklı kombinasyonlarla kullanıyor. Boris Johnson ‘yürekli ve iyimser’ olmamızı tavsiye ederken Raab ‘iyimser bakış açısı’nı temsil ediyor. Başka bir taraftan Michael Gove ‘dayanışma’ ve ‘bakış açısı’yla geliyor ve ‘bütünlüğü bulmak’ yolunda söz veren Sajid Javid ile dirsek temasında bulunuyor.
Özgün bir fikirleri olmadığını da kabul etmiyorlar. Margaret Thatcher’ın Downing Street’e girmesinden kırk yıl sonra torunları kimin onun fikirlerini savunacağı konusunda halen tartışıyor. Rabb’ın parlak fikri nedir? Gelir vergisini 5 peni düşürmek.
Bu; soğuk, katı ve başarısız çirkinliği içinde Thatcherizmdir. Sorun şu ki Thatcher deneyimi oldukça başarısız oldu. Thatcher başa geçtikten kırk yıl sonra çalışma çağındaki hane halkının yüzde 38’i ödedikleri vergilerden daha fazlasını devletten yardım parası, sağlık ve eğitim hizmeti olarak alıyor. İngiltere’de zenginlik öyle bir şekilde tek bir yerde birikmiş ki Mali Çalışmalar Ensitüsü Başkanı “Viktorya Çağı’ndan bu yana zenginliğin en önemli faktörünün miras yolu olduğuna” inanıyor.
Barnier filme alındığı sıralarda bir diğer yabancı İngiltere uzmanıyla tanıştım. Roberto Unger, Harvard’da bir filozof ve Ed Miliband tarafından hayli takdir görmesinin yanı sıra rutin olarak “dünyanın en önemli yaşayan entelektüeli” olduğu konusunda alkışlar alıyor. Bir Brezilyalı olarak Lula ve Dilma Rouseff hükümetlerinde bakan olarak görev yaparken toplantılar arasında kalan zamanda Milton’ın Kayıp Cennet’ine göz atmasıyla biliniyor.
“İngiliz ulusal macerasının yabancı bir hayranı” olarak Unger, dikkatini Brexit kırılmasından alamıyor. Brüksel’i pek takdir etmese de “Eğer AB’den ayrılırsanız bunu başka bir şey olmak için yaparsınız. Ama ne olmak istediğinizi pek bilmiyor gibi bir intiba yaratıyorsunuz” diyor.
Brexit bize devlet ve ekonominin ne için olduğunu ve farklı bir gelecek düşünmedeki ataletimizi tekrar gösterdi. Ülke bunun yerine kimin hangi sübvansiyonu alacağı ve Westminster’daki hangi hizbin yönetime geçeceği üzerine verilen savaşlara saplanıp kalmış durumda. Bu tür oyunlar herkes zenginleştiğini hissettiği sürece oynanabiliyor. Öte yandan kırılma sonrası İngiltere, ücret büyümesinde zaten on yıl kaybetti. Zehirli siyaset eşliğinde daha fazlasını istemiyorsak ciddileşmek zorundayız.
(Çeviren: C.Güneş İspir)Evrensel