Napolyon işgaline kadar Müslümanlar piramitlerin sırrını neden çözemedi?
Batılı tarihçiler piramitlerin tamamen Müslümanların hâkimiyetinde olduğu dönemi “Kayıp Bin Yıl” olarak niteler. Peki, gerçekten öyle mi?
Mehmed Mazlum Çelik | The Independentturkish
Müslümanların piramitlere olan bakışı ve yaklaşımını evvela doğru anlamak gerekir.
Ufak çaplı birkaç yapının yıktırıldığı ve büyük piramitlerin de yıkılmaya teşebbüs edildiği zamanlar olduğunu inkâr edilemez.
Öte taraftan, Kur’an okuyan herkes bilir ki birçok surede konunun geçtiği mekân Mısır’dır.
Dolayısıyla bu coğrafya ve buradaki anlatılar, Kur’an’ın anlaşılması için son derece önemlidir.
Bazı devlet adamları Ömer bin Abdülaziz vb. ve bazı ilim insanları Bağdadi, el İdrisi gibi bu bölgeyi detaylı incelemiştir.
Birçok İslam medeniyeti Mısır’daki bu yapılara alaka gösterdi. Anlamaya çalıştı ve önemli işler yaptı; fakat sır perdesini kaldıramadı.
Örneğin; Harun Reşit’in oğlu Halife Memûn piramitlere zarar vermeden içini araştıran ve bu yapılara son derece ilgili halifeydi.
Kıptilerin, Antik Mısır’ın mirasçıları olduğunu Batı 19’uncu yüzyılda büyük bir keşif gibi sunarken bu Müslümanlar arasında bilinen bir gerçekti.
Kıpti Lisa’nının, Firavun lisanı olarak tanımlandığını Bağdadi’nin “el-İfade ve’l İ’tibar” eserlerinden anlıyoruz.
Piramitlerin inşasına Müslümanların yaklaşımı
Piramitlerin inşa süreci Müslümanlar için de bir muammaydı. Bazı kaynaklarda bu yapıların Hazreti Yusuf ya da Hazreti İdris tarafından inşa ettirildiğine dair ifadelere rastlıyoruz.
Suyutî, Piramitler hakkında İbn Vatvat’ı kaynak göstererek Piramitlerin inşasını şu sözlerle açıklar:
Piramitler, Mısırlıların işi olup birçok piramit inşa etmişlerdir. Bunlardan en büyük olanları iki tane olup Gize’de bulunmaktadır. Surayd b. Selhuk b. Şaryak’ın (Mısır meliklerinden biri) gördüğü bir rüya üzerine tufandan önce bu piramitleri yaptırdığı söylenir. Gördüğü rüyayı kâhinlere yorumlattıktan sonra, birçok tapınak ve piramit inşa ettiren Surayd, bu piramit ve tapınakların içerisine yıldızları simgeleyen resimler çizdirir.
Bir başka rivayete göre ise, Hermes (Hz. İdris) tarafından inşa edildiği söylenir. Her piramit dörtgen temeller üzerine koni şeklinde inşa edilmiş olup piramit yapımında kullanılan her bir taş 2,5 metre uzunluğunda 1 metre kalınlığındadır. Oldukça sağlam ve mühendislik harikası bu piramitler, üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen hala ayaktadır.
Piramitlerin içerisinde birçok oda bulunur, her oda bir yıldız ismi taşır ve bu odaların tümü kapalıdır. Her odanın karşısında ortası boş, altından yapılmış bir eli ağzında olan bir put bulunur. Bu putun alın bölgesinde birtakım yazılar yer almaktadır. Bu yazılar okunduğu vakit, ağzının açıldığı, anahtarın alındığı ve kapının açıldığı söylenir.
(Celaleddin Suyutî, Hüsnü’l Muhâdara)
Yine Bağdadi, bizlere Osman b. Yusuf döneminde Müslümanların Piramitleri resmen yıkmaya teşebbüs ettiğini aktarır:
Melikü’l Aziz Osman b. Yusuf (ö. 595/1198), babasından sonra devlet yönetimine geldiğinde yanında bulunan arkadaşlarından bazı cahiller piramitleri yıkmak için onun aklını çeldiler ve 3 piramitten küçük olanının yıkımına başlandı. Yıkım işini gerçekleştirmek için emir veren Melikü’l Aziz, bazı taş işçilerini, oymacıları, devlet emirlerinden ve devlet ileri gelenlerinden bazılarını yıkım için görevlendirdi.
Piramidin bulunduğu yere çadırlar kuruldu ve yıkım işinde çalışacak olanlara ücret tahsis edildi. 8 ay civarında burada kalındı. Bütün çabalara rağmen günde ancak bir ya da iki taş yıkılabiliyordu. Bir grup üst taraftan balyoz ve takozlarla vuruyor bir grup da alt taraftan sağlam halatlarla molozları çekiyordu.
Piramitten düşen her bir taş büyük bir gürültü ile düşüyor ve yeri sarsıyordu. Yere düşen taşlar ağır oluşlarından dolayı kuma gömülüyor ve bu kez de kumdan çıkarmak için ayrı bir çaba sarf ediliyordu. Bu taşlar yerinde kırılır ve yakında bulunan dağın eteklerine taşınırdı. Taşları kırma işlemi uzadıkça yorgunluğun artması, zayıflık ve bitkinliğin başlaması sonucu işçiler amaçlarına ulaşamadan hayretler içinde ve söylenerek yıkım işlemine son verdiler. Aciz ve başarısız bir şekilde geri döndüler. Bununla birlikte piramitlerin taşlarını gören kimse piramidin kökünün kazıldığı zannına kapılırdı. Ancak piramidi gördüğünde ise sanki piramide hiç bir şey olmadığını sadece kenarlarının çizildiğini zannederdi.
(Abdüllatif el-Bağdadî,
el-İfâde ve’l İ‘tibâr)
İslam dünyasının birikiminin Endülüs ve Anadolu’ya kayması Mısır’ın entelektüel coğrafyasını iklimi gibi çoraklaştırdı.
Kurtuba ve İstanbul’daki entelektüel canlılığın küçük bir kısmı Kahire’de olsa bu iş Napolyon’un işgaline kalmadan halledilebilirdi.
Örneğin, Mısır Piramitlerine ilgi duyup inceleten tek bir Osmanlı Padişahı yoktur. Bölgedeki Türk Valiler de konuyla yeteri kadar alakadar olmadılar.
Öte taraftan, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedince bu yapıları gördüğünü ve “Ne olurdu ehil bir âlimimiz bu kubbeleri inceleyip bize anlatsaydı” dediğini biliyoruz.
Nihayetinde ilmin ışığı İstanbul’a göçmesiyle Gize’deki sırlar da unutulacaktı, ta ki Paris’te çılgın bir komutan Mısır’ı gözüne kestirinceye kadar.
Napolyon’un Mısır harekâtı sır perdesini aralıyor
Fransa’da meydana gelen devrimden sonra Avrupa devletleri yeni hükümeti tanımamış ve tüm diyaloğu kesmişti.
Osmanlı ise eski müttefiki olan Fransa ile ilişkilerini sürdürmek ve yeni yönetimle dost kalmak istiyordu. Bu sebeple devrim hükümetini dünyada tanıyan ilk devletlerarasındaki yerini aldı.
Aynı dönemde Osmanlı’da da bazı önemli hadiseler yaşanıyordu. Üçüncü Selim tahta çıktığında Osmanlı modernizasyonuna hız vermiş ve başta ordu olmak üzere kurumlarını Batılı bir şekilde yenilemeye başlamıştı.
Bu süreçte Osmanlı’ya mühendis ve teçhizat anlamında en büyük yardımı Fransız Devleti yapıyordu. Heyecanlı bir subay olan Napolyon Bonapart, bu ilişkiyi dikkatle gözlemliyor ve neredeyse Türk muhibbi denecek düzeyde Osmanlı tarafgirliği ile ordu içerisinde öne çıkıyordu.
Napolyon, Türk tarafgirliğini sözlü olarak bırakmamış yazdığı raporlarla da bu ittifakın resmen güçlendirilmesini talep etmişti, ta ki İtalya ordularına başkomutan olarak atanana kadar.
Bir ordu komutanı olarak Napolyon tarihte eşine az rastlanır bir hırsla tüm dünyayı fethetmeyi aklına koymuştu.
Bunun için öncelikli hedefi hem kolay bir zafer olacaktı hem de en büyük düşmanları İngilizlere ağır bir darbe indirecekti. Genç ve ihtiraslı komutan Napolyon gözlerini Osmanlı topraklarına dikmişti.
Kısa süre içerisinde Napolyon’un büyük bir donanma kurduğu istihbaratı Osmanlı sarayına ulaştı; ancak Paris’teki elçimizden ve İstanbul’daki Fransız sefirinden öğrenilebilen malumata göre bu hücum İngilizlere yönelik olacaktı.
Oysa Napolyon büyük donanmasıyla İskenderiye önlerinde göründüğünde Osmanlı’nın böyle bir seferden haberi dahi yoktu.
Napolyon, Mısır’ı işgal ettikten sonra kendisini adeta bölgenin yeni Firavunu ilan etmişti. En önemlisi de gelirken yanında 130’dan fazla Fransız bilim insanı getirerek bölgenin tarihinden iklimine varıncaya dek inceleyen bir Mısır İlimler Enstitüsü kurmuştu.
Yaklaşık 3 yıl boyunca araştırma yapan bu enstitünün belki de en büyük keşfi Rosetta (Reşit) Taşı’nı bulması olacaktı. Antik Mısır’ın adeta anahtarı olarak kabul edeceğimiz bu taşın macerası dosyamızın devam yazısında olacak.
Uzun lafın kısası, Batılılar; Mısır Piramitlerinin Müslüman hâkimiyetini “Kayıp Bin Yıl” olarak tanımlar; ama birçok İslam halifesi ve önemli ilim insanları bu yapılara büyük merak duydular.
Bu konuda ciddi bir ilerleme kaydedilememesinin en temel nedeni İslam ilim medeniyeti havzasının Kurtuba ve İstanbul’a kaymış olmasıdır.
Bilhassa Endülüs’ün çeviri konusunda ne kadar ilerlemiş bir medeniyet olduğunu dikkate aldığımızda Gize’nin sırlarının 19’uncu yüzyıla kadar çözülememesi büyük bir talihsizlikten başka bir anlam ifade etmemektedir.