“Bazı aileler vardı hani, çok önemsenmezdi. Ama her bayram kapınızı çalar, az oturup giderdi”
“Farklı kültürlere ait olan göçmen işçileri ve ailelerini aynı duyguda buluşturan şey belki de buydu. Geride kalanların hissettikleri derin özlem duygusu ve gidenlerin bir an önce memleketlerine, ailelerine kavuşmak için içlerinde taşıdıkları o uçsuz bucaksız umut…” “Gurbetçi işçiler sadece uykularında özgürler” diyordu Gökhan Duman. Bizi bize anlattığı [11. Peron] ismini verdiği kitabında. Sizi bu kitapta biraz […]
“Farklı kültürlere ait olan göçmen işçileri ve ailelerini aynı duyguda buluşturan şey belki de buydu. Geride kalanların hissettikleri derin özlem duygusu ve gidenlerin bir an önce memleketlerine, ailelerine kavuşmak için içlerinde taşıdıkları o uçsuz bucaksız umut…”
“Gurbetçi işçiler sadece uykularında özgürler” diyordu Gökhan Duman. Bizi bize anlattığı [11. Peron] ismini verdiği kitabında.
Sizi bu kitapta biraz gezintiye çıkarmak istiyorum. Eminim ki kendinizi bir yerlerde, bilmem kaçıncı sayfada bulacaksınız.
“Bazı aileler vardı hani, çok önemsenmezdi. Ama her bayram kapınızı çalar, az oturup giderdi. Biz işte o aileydik (…)” Hatırladınız mı o aileyi?
O aile biz göçmenleriz…
Aynı yurt odasında altlı üstlü kalıp, aynı madende kürek sallayan Yugoslav, İtalyan, Yunan ve Türk isçileri “umut” üzerinden ayırmayı çok doğru bulmuyorum diyen Gökhan Duman, Yüksel Özkasap bizimkilere gurbet türküsü söylerken, Silvana Armenulic Yugoslav işçilere aynı türkülere, sadece başka dilde söylediğine yer veriyor. Ve devam ediyor, “Anadolu’da yalnız başlarına kalan kadınlar gurbetteki eşlerine hasret türküsü tellendiriyordu da Atinalı, Bragalı, Napolili kadınlar şarkılar söyleyip, şiirler, mektuplar yazmıyor muydu?” Tabii ki, yazıyordu…
Ancak, gerçek anlamda uzağa, gurbete, bilinmeyene ve yabancı olana gidenler bizlerdik.
Evet, çünkü yarım gün yolculukla Almanya’ya Avusturya’ya gelen İtalyan işçi ile üç günlük tren yolculuğu sonrasında Almanya’ya ulaşan Türk işçi arasında duygusal benzerlikler olsa da yoğunlukları farklıydı.
“Dilini, kültürünü, değerlerini bilmediğiniz bir toplumda kendinizi daha yabancı hissedersiniz. İnsan böyle zamanlarda memleketine, ailesine daha çok özlem duyar. Bizimkiler Yugoslavlara Yugo derdi, şimdi o zamanlar Yugo’lardan biri Belgrad’a mektup yazmış olsa mektup gideceği yere üç gün sonra ulaşıyor. Ama bizim İbrahim Gaziantep’e bir mektup gönderse, eşi Zeliha’nın eline ancak iki haftada ulaşıyor. Bana sorarsanız iki hafta boyunca yol tepen, dağlar tepeler aşan bir mektubun gam yükü biraz daha fazladır. O mektup içinde taşıdıklarıyla yol boyunca daha da sırlanır. Yol, insanı da duyguyu da pişirir.”
Yazar, Göçmenliğin kadim yasalarına bir itirazım yok ancak eğer gurbet ve gurbetçilikten bahsediyorsak sanırım bu en çok Türkiye’den gelenlere yakışıyordur. Gurbetin yasaları diye bir şey varsa bunu yazmak herkesten önce Türkiye’den gelen işçilerin ve ailelerinin hakkıdır diyor.
Kitapta çok ilginç bir o kadar da imkansızlıkların, imkana çevrildiğini hikayeler yer almakta.
Kendilerine bir ibadet hane yapmak isteyen göçmen işçilerin bir tren vagonunu camiye dönüştürmeleri, ancak vagonun kullanılmayan, istasyonlardan birinin kenarına atılmış olmaması, yani hareket halinde olmasını bakın yazar nasıl kaleme almış.
“Hannover’deki Türk işçiler cami olarak kullandıkları vagonda kıbleyi her gün yeniden ayarlıyor. Çünkü vagon iş durumuna göre hep mevki değiştiriyor.”
Yazar bir röportajında, “Yeni bir eve ya da ofise taşındığınızda orayı kendinizi rahat ve huzurlu hissedeceğiz şekilde, kendi estetik ve kültürel değerleriniz çerçevesinde dizayn edersiniz değil mi? Çünkü içiniz ancak öyle rahat eder. John Berger’in bir sözü var, “göçmen işçi ancak yatağında özgürdür, çünkü ancak orada istediği gibi rahat hareket edebilir.” diyor.
Göçmen işçi için mekân algısı, kendisi tarafından biçimlendirilmemiş, değerleri ve özgürlük alanı başkalarınca belirlenmiş sınırlı bir alandan ibarettir diyebiliriz. Yalnızca yatağında kendini özgür hisseden insanlardan yıllarca buna razı gelmelerini bekleyemezsiniz. Göçmen işçi kendisine çizilen bu alanı genişletmek, ait olduğu kültürden ve değerden etrafında bir parça görebilmek için yeni mekânlar inşa etmek isteyecektir.
Yukarıda bahsi geçen göçmenler, yarım yüzyıl önce buralara gelen ilk nesil…
İkinci ve üçüncü kuşakta yerleşik hayat sürme, yani gurbetçilikten çıkarak, göçmen olmaya giden yolda ilerleme kaydedilmiş ancak, ilk kuşağın kendi yaşam alanını kurma azmi yeni nesillerde kendisini çok etkin bir biçimde göstermemiştir.
Özellikle Avusturya’da ikinci ve üçüncü nesil, köklerine bağlı kalmakla, uyum sağlamak arasında bir uçurum yaratarak, yerli halkla uyum içinde yaşamayı asimilasyon olarak değerlendirmiştir.
Bu düşünce ve eğilimin tabi ki dışsal etkileri olmuş olsa da, içine dönük bir yaşam sürmek bir noktadan sonra tercih etme halini almıştır.
Aynı yıllarda, aynı fabrikalarda işe başlayan çeşitli etnik kökenli göçmenler arasındaki uyum farklılıkları, Türkiye’den gelen göçmenlerin bariz bir şekilde ve inatla uyumu (entegre) farklı algıladığı anlamına gelmektedir.
Ülkeye olan uyumsuzluk, kendisini hayatın her alanında eksik kalmamıza, eksik bırakılmamıza sebebiyet verdiğinin farkına varmamız, eksik bırakılmak istenmemizin nedenlerini de ırkçılık yapılıyor gibi bahanelerle kapatmamalıyız. (Tabi buradan da Avusturya’da hiç ırkçılık yapılmıyor anlamı da çıkartılmamalıdır.)
Bizim uyum sağlamakta zorlanmamız, yerli halkın bize karşı tavrında önemli etken oluşturduğunu da unutmamakla birlikte, bu tavrın her an ırkçı bir boyuta taşınmasının olasılıklar arasında olmasını unutmamakta yarar var.
“Bazı aileler vardı hani, çok önemsenmezdi. Ama her bayram kapınızı çalar, az oturup giderdi. Biz işte o aileydik… Ama biz o aile olmamalıyız…