Bırak ben ana dilimde rüya göreyim
Suikasta uğramadan beş yıl önce, 250 bin kişinin katıldığı gösteride: ‘’Dört çocuğumun da bir gün ten renklerine göre değil karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşasınlar istiyorum.’’ diyen Martin Luther King’in sözlerini, bir göçmen olarak dört çocuk babası olduğumda, daha iyi anladım. Almanca ve İngilizcesi, Türkçeden daha iyi olan çocuklarımızı ve yine Almancayı konuşmada sorun […]
Suikasta uğramadan beş yıl önce, 250 bin kişinin katıldığı gösteride:
‘’Dört çocuğumun da bir gün ten renklerine göre değil karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir ülkede yaşasınlar istiyorum.’’ diyen Martin Luther King’in sözlerini, bir göçmen olarak dört çocuk babası olduğumda, daha iyi anladım.
Almanca ve İngilizcesi, Türkçeden daha iyi olan çocuklarımızı ve yine Almancayı konuşmada sorun yaşayan çocuklarımızı bir kimliğe büründürmeye çalışan yerli halk, göçmenler konusunda, onları tanımamakta ısrarcı davranmaları, yapısal gerçekliğimizin görmezden gelinmesini sağlamakta.
Yasa koyucular tarafından belirlenen entegre veya uyum sağlamanın çerçevesi hiçbir zaman net çizgilerle çizilmediğinden, entegre olmanın ne demek olduğunu göçmen kavrayamamakta, hatta onu bir baskı aracı olarak görmektedir.
Yaşadığı topluma uyum sağlamak yerine, yaşadığı toplumda paralel bir yaşam alanı yaratmak istemesinin tek nedeni, göçmenlerin içinde bulunduğu siyasi-kültürel bilinmezliğidir…
Ve biz ülkenin gündemine, siyasi malzeme aracı olarak gelmek istemiyoruz.
Göçmen sorunu olarak ele alınan konularda, biz bir sorun olarak görünmekte istemiyoruz.
Çünkü biz bir sorun değiliz […]
Biz bu ülkenin bir gerçekliğiyiz.
Peki bu gerçekliğin, yerli halk ne kadar farkında?
Der Standard gazetesinde yayınlanan bir yazıda, Avusturyalıların gündemine, ülkede yaşayan göçmenlerin nasıl girdiği şu ifadelerle ele alınmış: “Klasik medya organlarının yayınladığı bilgilerle ve fotoğraflarla yetinseydik, toplumumuzda farklı ten rengi, farklı kökeni, dili ve dini olan insanların yaşadığını ancak iki durumda öğrenebilirdik.
Ya çoğunluk toplumu bu insanların varlığını bir sorun olarak algıladığında, yani ‘uyum sorunları’ yaşandığında ya da çok trajik ve sansasyonel durumlarda, mesela terör saldırılarının kurbanı olduklarında. …
Göçmenlerin, onların çocuklarının, siyahların ve Müslümanların toplumun bir parçası olduğunu gösteren normal bir medya haberciliği yok şu anda.
Bu insanlar her zaman sorun ve istisna olarak görülüyor.
Irkçılık ve dışlanma başlıkları altında özetlediğimiz şey, bu büyük toplumsal sorunlar yumağının bir parçası işte.”
Bugün varlığımızı, entegre olamadığımız iddia ederek görmezden gelenler, aslında tüm yükü göçmenlerin omuzlarına yüklediklerini çok iyi biliyorlar.
Avusturya hiçbir zaman, göçmenlerin uyum konusunda yaşanan başarısızlıkta, hiçbir sorumluluk almamış, yanlış uygulamalar yaptığını kabul etmemiştir.
En demokrat olduğunu iddia eden SPÖ’nün 108 yıldır güdümündeki Viyana eyaletinde bile, göçmenler oturum izni alımında resmen kapı kulu yapılmakta.
Sağ – sol iktidar fark etmeksizin her iktidar aynı yaklaşımı sunmuş, bir ailenin, çocuğunu yetiştirme sürecinde sunduğu bütün maddi olanaklarla yetinerek, ona, manevi bir yaklaşım sunmaması gibi, Avusturya’da uyum konusunda maddi sunumların dışına çıkamamıştır. Yani yok saymıştır.
Entegrasyon, sadece Almanca dilinin öğrenilmesi için verilen kurslardan ibaret değildir.
Zira her Avusturyalı, Almanca konuşan göçmenin ülkeye uyum sağladığını düşünmekte ve bu düşünceyle büyük bir yanılgı içerisine girmektedir.
Her ne kadar ikinci bir dil öğrenilmiş olsa da, göçmen duygularını ana dilinde yaşar.
Bir insanın ana dili, geldiği köklerden bağımsız olarak ele alındığında, rüyalarında konuşulan dil onun ana dilidir.
İç sesimizde konuştuklarımız bilinç altı olur ve rüyalarda kendisini çevresel etkenlerle birlikte gösterir.
Bu nedenle, göçmenlerin yerli halkla ilişkiler ağı kurması, uyum meselesinin bir bütün sorun olmaktan çıkmasını sağlayacaktır.
Göçmenlerin duygularına dokunamayan yerli halk ve hükümetler, onun yaşam tarzını da merak etmiyor.
Bu durum göçmenler tarafından bakıldığında da böyle.
Göçmen, yerli halk ile dolaylı ilişikler kurarak, markette, iş yeri, sokakta mecbur kaldığı sürece diyalog kuruyor, aile dostlukları, dayanışma ve arkadaşlık gibi eylemlere pek yanaşmıyor.
Karşılıklı ötekileştirme ile, aynı coğrafyada çok farklı yaşam biçimleri şekillenmekte.
Bunun sonucunda ise, ortak sorunlar üzerinde bile bir araya gelmeme ve karşılıklı güvensizlik baş gösteriyor.
Göçmenlerle yerli halkın birlikte uyum içinde yaşam sürmesi ve ortak sorunlar üzerinde birleşmesi, tabi ki bazı cevreler tarafından istenilmiyor.
Yoksa, yüzlerce göçmen derneklerinin olduğu Avusturya’da, yerli halkla bir araya gelinememesinin mantıklı bir açıklaması olabilir mi?