Cumhuriyet | “Beş para ver, beş para yoksa on para ver”
Türkiye Cumhuriyeti günün bitimi olan gece yarısı 00:00’dan sonra 101. yaşını kutlayacak.
Cumhuriyet Bayramı’na dair ilk sorumluluk hissini hissetmemin üzerinden yaklaşık 41 yıl geçti. 1980 Askeri Darbesi sonrasında ilk siyasi seçimlerinde yapıldığı yıldır 1983.
“Beş para ver, beş para yoksa on para ver”
Kendisini Cumhurbaşkanı ilan eden 1980 darbesinin askeri lideri Kenan Evren gelecek diye, her okul çok kısa sürede folklor ekipleri kurmuştu. Ve ben Kenan Evren’i ilk ve son defa karşılama töreninin folklor ekibinde yer aldığım için görmüştüm.
Ama ben resmi bayramları trampet takımında yer aldığım için çok seviyordum. Bu gün bile halen ve kısmen çalabildiğim “Bando Marşları” arasındaki, “Beş para ver, beş para yoksa on para ver” marşını çalabiliyorum.
İzmir Alsancak stadyumuna uzak olan okulların öğrencileri otobüslerle, yakın olanlar ise, önde Türk bayrağı, arkasında trampet takımı ve onun arkasında ise öğrenciler yürüyerek gelirlerdi.
O günlerde Cumhuriyet bizim “kutsalımızdı.”
Birkaç yıl sonra Avusturya’ya önce eğitim sonra çalışma hayatına katılmak için getirildim. Eğitim kısmı istediğim gibi olmasa da çalışma kısmının hakkını sonuna kadar verdiğimi düşünüyorum.
Yaşımın da küçük olmasından kaynaklı, İzmir’de hiç duymadığım bir yapılanmanın olduğunu öğrenmiş ve çok saçma/gereksiz bulmuştum. 14 yaşımda Avusturya’ya gelmiştim, bir yıl sonra çevremdeki büyüklerimden işittiğim bu yapılanmaya, “Atatürkçü Düşünce Derneği” diyorlardı. Atatürk gibi düşünmek için derneklerin olması bana çok tuhaf gelmişti. Zira bana göre zaten herkes Atatürk’ün düşüncesindeydi-veya öyle olmalıydı.
Bu durumu ciddi ciddi sorgulamaya başladım. “Atatürkçü Düşünce Derneği” neden vardı? Demek ki Atatürk gibi düşünmeyenler vardı… Bugün baktığımda yetiştiğim ortam ve ergen olmam da göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir düşünceye kapılmam çok normaldi.
Yaşadığım bölgede çok sayıda Türkiye’den gelmiş aileler yaşıyor, o dönem 67 şehirden oluşan Türkiye’nin Ege ve Trakya hariç tüm bölgelerinden insan manaları görmek mümkündü. Ama büyük bir çoğunluğun Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk ile araları pek iyi değildi.
Aradan zaman geçti ve büyüdük. Her şey anlam olarak değişmişti bende. Artık biliyordum, ilk geldiğim yıllardaki şaşkınlığıma neden olan toplumsal davranışların nedenini.
Diğer yandan bende eskisi gibi düşünmüyor ancak, o dönemde çevremde hayretle baktığım insanlara yaklaşmamış, daha da uzaklaşmıştım.
Ben Cumhuriyetin yetersizliğine inanıyor, daha demokratik bir Türkiye düşüncesi taşıyan, 68 Kuşağı önderlerinden Deniz Gezmiş yolunda ilerliyordum. Siyasi jargonum değişmiş, kararlı/tutarlı siyasetin ötesinde ideoloji sahibi olmanın içimde yarattığı anlamsız mutluluğu yaşıyordum.
Benim, II. Abdülhamid diye tanımladığım Osmanlı Padişahına, yakın çevrem; Ulu Hakan II. Abdülhamid Han tanımlaması yapıyordu. Meşrutiyetçi Jön Türklerinden nefret ediyor, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne tahammülleri bile yoktu. Atatürk’ü Samsun’a Vahdettin’in Gönderdiği İddiaları ise, bütün nefret ve teorilerini çürütüyordu.
O dönemlerde Milli Görüş camisinde Mısır’da üniversite eğitimi almış bir Türk ilahiyatçıyla yaptığım söyleşide, yukarıda anlatmaya çalıştığım, birinci ve ikinci Meşrutiyet döneminden, 1923 Cumhuriyetinin ilanına kadar süreçte yaşanan, II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi, “Kanlı Pazar” gibi konuların sonucunda son Padişah Vahdettin’in 17 Kasım 1922’de İngilizlerin HMS Malaya Zırhlısı ile İstanbul’dan Malta’ya kaçtığı, ona göre “ülke kurtulsun diye kendisini feda ettiği” sürecin konuşulmasında, söyleşi kendi içerisinde, kendisini çürüterek tatsız bir hal aldı.
Zira ilahiyatçı, ‘Mustafa Kemal’i Samsun’a Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak amacıyla Padişah Vahdettin’in gönderdiğini’ ileri sürdü.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mesafeli ancak Meşrutiyetçi yanının bütün çevrelerce bilinen, monarşiye karşı reformcu olduğu ve yine Padişah II. Abdülhamid ve Vahdettin’e hiçbir yakınlığı kayıtlarda yer almayan bir subayın padişah tarafından görevlendirilmesi çok inandırıcı değil.
Ve yine bazı kaynaklara göre, Balkanları savunmadığı için Abdülhamit’i devirmek için mücadele etti. Harp Akademisinden mezun olur olmaz Abdülhamit’e suikast ve darbe yapacağı gerekçesiyle 1905 yılında tutuklanıp Şam’a sürüldü. Bütün bu padişah karşıtlığı geçmişine rağmen, Padişah Vahdettin’in onu Anadolu’ya göndererek Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için görevlendirmesi, Mustafa Kemal’in “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han” tanımlaması gibi bir unvanı, Osmanlı sevicileri tarafından hak etmiş olması gerekmektedir.
Ona göre Atatürk’ün hatası, cumhuriyetin ilanı ve ardından gelen inkılâpları.
Birbirimize verecek bir şeyimizin olmadığını anlayarak, “Fatih’ten sonra İstanbul’u alan kişi Anadolu halkını arkasına alan Atatürk’tür” diyerek söyleşiyi sonlandırmıştır.
Çok Atatürk savunucusu değilimdir, hatta Atatürk yerine Mustafa Kemal demeyi tercih ediyorum.
Ancak bana göre, tarihin bilimsel gerçekliği dönemin şartları ve monarşi yönetimi, yani Osmanlı imparatorluğu karşısındaki ilerici yanı, Mustafa Kemal önderliğinde ilan edilen cumhuriyeti, “devrimci” kılmaktadır.
Cumhuriyetin ve Atatürk’ün sorgulandığını ilk fark ettiğimde, hayretler içinde kalmıştım. 15 yaşında bu duyguyu hissetmemi sağlayan tabi ki güce tapan, bireyci ve liderciliğe sorgusuz biat eden, onu kullanan sistemdir.
Mustafa Kemal’in karanlık korkusu olduğu gerçeğini; “Benim Atatürk’üm hiçbir şeyden korkmaz” diyen ideolojik saplantılı ve hasta ruhlu insanlar yüzünden, Mustafa Kemal bazı çevreler tarafından hiç sevilmedi. Ak Parti yüzünden İslam’a küsenler gibi.
Cumhuriyet bilinci olmayan, cumhuriyeti nasıl benimseyecek?
Bize, cumhuriyet üzerinden tek başına yaratılan bir kurtarıcı etrafında toplanılmayı, ona saygı duymak ve görüşlerini savunmamızın yerine, şartsız koşulsuz biat etmek öğretilmiştir.
Biz en başında kandırılmışız.
Baksanıza bando marşında bile mantık hatası var.
Beş parası olmayan, on parayı nasıl verecek?