Her şey değişti | Göz yaşları aynı kaldı

Turgut Özal döneminin ikinci yarısında, Almancıların Beta video kasetlerinden VHS video kasetlerine geçtiği dönemlerdi.

Almancıların “fakir çatlatan” kibrini, Özalizmin Amerikan uzantılı “çarpık kapitalizmi” sayesinde oluşan serbest piyasa ekonomisiyle boşa çıkarmaya başlayan bir Türkiye’yeydi.

Ruhi Su gibi idealist ozanları, Arif Sağ ve daha sonraları Yavuz Bingöl gibi popülist Alevi kökenli halk müziği sanatçılarıyla unutturulmuş, Yılmaz Güney gibi sinema sektöründe radikal sorgulayıcı aktörlerin yerini her iktidarın kuyrukçusu olan arabesk müzik yapan İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay gibi acı ve kaderci yaşam kabulünün ajitasyon ve propagandasını yapanlarla doldurulduğu günlerdi.

Sağ-Sol çatışması tanımlamasıyla, askeri darbeye güzellemeler yapanlar, sağ ve sol geleneğine bağlı idealistler için de yumuşak bir geçiş yapmaları planlanmış, zaman zaman tutuklayarak bakın bunlar halen sizden denilen Ahmet Kaya ve Ozan Arif gibi ses sanatçıları, rejim içerisinde kaldıkları sürece palazlanmalarına izin verildiği günlerdi. 12 Eylül darbecileri tarafından orjinalleri yakılan “Baba, arkadaş” gibi Yılmaz Güney filmleri acılı arabeskin rejimin maymunu İbrahim Tatlıses’e kendi sesiyle oynayamadığı sinema filmleriyle unutturulmaya çalışıldığı günlerdi.

Daha sonraları isimlerinin önüne “küçük” tanımlaması konan ve Unkapanı müzik sektörü tarafından sömürülen ve rejimi çocuk olmaları hiç rahatsız etmeyecek bir süreç başlayacaktı. Atari oyun salonlarının her köşe başında mantar gibi ürediği, varlık ve aidiyet gibi duygulardan kopan bir nesil yetiştirilmeye başlanıldığı yıllardı. Turizm veya turisttik bölgeler gibi kavramlar daha hayatımıza girmemişti. Çeşme’yi biliyorduk. Şu günlerde ülkenin en pahalı kasaba bile diyemeyeceğim Alaçatı’nın varlığından haberimiz yoktu. Oysa Ilıcalar plajına devamlı giderdik.

Fahrettin Altay otobüs terminalinden 302 seri numaralı otobüsleriyle 14 yaşına kadar hafta da en az bir defa Ilıcalar plajına gider, bazen de az ilerisindeki çadır kampında bir gece konaklardık. Biz plajda yatardık. Bakkaldan domates ekmek alır, çeşme suyu içerdik. Alaçatı’da restoran sayısı birkaç tanenin üzerine çıkmamıştı. O dönemler Türk burjuvazisinin ve Ankara bürokrasisinin üst düzey şahsiyetlerinin mekânı Çeşme merkezdi. O tarihlerde Muğla-Bodrum’da aynı konumdaydı. Antalya diye bir kentin Turizmin merkezi olduğunu zaten hiç duymamıştık.

Ergen yıllarıydı ve her şeyi bildiğini zanneden, hiçbir şey bilmeyen çocuklardık. Öyle ki Aydın Kuşadası’nda “Kadınlar Plajı” isimli yerleşim bölgesinin, sadece kadınların gittiği bir plaj zannediyorduk ve sırf bunun için altı arkadaş 13 yaşında İzmir’den Kuşadası’na gitmiştik. Bu günlerde her Türkiye tatilimde birkaç gün kaldığım Kuşadası/Kadınlar Plajı’nın aslında bir yerleşim bölgesi ve isminin bu olduğunu yıllar sonra öğrendik.

1990’rın başlarında istedikleri sosyal statüye köylerinde kavuşamayacağını anlayan belirli bir kapitali olan “gurbetçiler”, Doğu ve iç Anadolu bölgelerinden “sahil köylerinde tatil yapmanın” küçük burjuva anlayışının yarattığı perspektifle Ege ve Akdeniz kıyılarına gitmeye başlamıştır. Köylerine, köylerinin ruhuna ve sosyal koşullarına aykırı akla zarar binalar yaptırmaktan vaz geçmiş, alt yapısı bile olmayan köyüne lüks tuvalet yaptırmanın bir esprisinin olmadığını anlamıştır.

Yaşadığı Avrupa ülkelerinde kazandığı çok büyük paralar, yerli halkın nazarında ve kendi gettosunda sınıf anlamasını sağlayamıyor, ekonomik kalkınma-kültürel gelişimin çok önünde ilerlemesi, varlıklı gurbetçiyi Türkiye’nin sahil bölgelerinde, bir türlü erişemediği “sınıf bilincini” aramaya itmiştir.

Ancak, 1990’lardan sonra daha etkin olarak varlığını gösteren yurt dışı turist talebi, sahil bölgelerin şartlara hızlı bir şekilde uyum sağlamasını doğurmuş ve çevresel ve kültürel acıdan sahil bölgeleri, gurbetçilerin geldiği ülkelere, yapısal anlamda gurbetçilerden daha hızlı entegre olmuş ve ekonomik kazanımların getirisi öngörülerek, bu ülkeler araştırılmış Avrupa halkının bütün sevkleri ve ihtiyaçları ezberlenmiştir. Bu durum sosyal statünü değiştiremeyen ve bunu köyünde de yapma şansı olmayan gurbetçiyi, varlık içinde kültürel yokluğa mahkûm etmiştir.

“Çok para sahibi olması bize yetmiyor”

Çocukluğumdan beri gittiğim Çeşme-Alaçatı’da bulunan ve çok pahalı olduğu söylenen işletmelerin büyük bir çoğunluğu İzmir burjuvazisine ait. Ancak bu işletmelerin yüzde 80’i sezonluk veya birkaç sezonluk başkalarına kiralanmaktadır.

Çok bilinmeyen bir bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum; Çeşmeliler şayet bir mülkünü satışa çıkarıyorsa, miktar farkı bile olsa ilk olarak satış yapmak istediği alıcının İzmirli olmasını tercih ediyor.

Bu yaz defalarca Çeşme ve çevre sahil köylerine giderek, basında yer alan pahalılık üzerine eski ilişkilerimi kullanarak işletme sahipleriyle sohbet etme fırsatı buldum.

Ek bir bilgi vererek söyleşilerden çıkardığım sonuçları yazacağım.

Çeşme’nin yurt dışı ziyaretçisinin yanı sıra en çok ziyaretçi Ankara’dan gelmektedir. Özel holding/şirket yöneticileri ve devletin üst düzey bürokratlarının tercihi genellikle Çeşme’dir.

Alaçatı’da gece eğlencesi hizmeti sunan ve ülkenin en ünlü kişilerini sahneye çıkaran kulüpler, müşteri potansiyelini tanımlarken, “hiçbir müşterimiz içki veya yemek yemek için gelmiyor. Bu sadece masada oluşturulan bir görseldir. Bu insanlar geldikleri Ankara veya İstanbul’da zaten aynı ortamları paylaşan ve tatilde de aynı zümrelerle bir arada olmak istiyorlar. O yüzden ödedikleri paranın onlar için bir önemi olmadığı gibi, beklentileri saygı görmek ve rahatsız edilmemektir.”

İşletme sahipleri, müşterilerinin ayrıcalık beklediğini ancak bunun asıl nedeni iyi yemek veya çok iyi hizmet değildir. Tabii ki bu hizmetleri de bekliyorlar. Ancak asıl beklentileri sosyal statü eşitliğidir. Kendisini, kendisi gibi insanların içerisinde güvende hissetmek istiyor. Bu nedenle de bir müşterinin sadece parası olması yetmiyor. Ekonomik zenginliğin yanı sıra kültürel zenginlikte taşıması gerekiyor” diyor işletmeciler. Ve ekliyor; bu nedenle de fiyatlar çok pahalı…

Bir zamanlar Çeşme’ye giderken otobüsün camından bile bakmadığımız Alaçatı, sınıfsal ayrım yapan işletmelerle dolup taştı.

Bütün bu onur kırıcı sınıfsal ayrımcılığa rağmen Ilıca plajının halka acık olması teselli verici. Türkiye’nin en uzun ve sadece altın renginde kumla kaplı plajın tam ortasına Swissotel yapıldı. Otelin bir gecelik fiyatı yaz sezonunda 1500 Euro. Öte yandan Ilıca plajında geçtiğimiz haftalarda iki şezlong ve bir şemsiyeye o günkü kurdan 21 Euro ödedik. Tabi almak zorunda değilsiniz. Çeşme belediyesi bir güzellik yaparak, tuvalet ve duşları ücretsiz yapmış.

Öte yandan emniyet birimleri kadın ve erkek polis memurlarından oluşturduğu karma timler plajı yakın mesafeden gözetim altında tutuyor ve denizde şaklasan grupların hareketleri tehlikeli boyutlara ulaştığında hemen müdahale ederek, gerekirse plajdan uzaklaştırıyorlar.

Orası senin de ülken ama tamamı değil!

Dünyanın her yerinde sosyal statü bakımından farklılıklar yaşanmakta ve sınıf çelişkisi ve çelişkiden doğan bir çatışma diyalektik yasaları bakımından kaçınılmazdır. Ancak gurbetçilerin Türkiye’ye olan duygusal bağı, Türkiye tatillerinde daha derin bir anlam kazanıyor ve hangi sosyal statüde olduğunu unutarak Türkiye üzerindeki yurttaşlık hakkını adeta bir komünist gibi her alanı kamulaştırıyor ve hak iddia ediyor. Milliyetçi ruh haliyle komünist ideolojin birlikte harmanlandığı düşünce, ülkemin her karış toprağına girebilirim anlayışını doğuruyor. Oysa kamuya açık ülke topraklarında geçerli olan bu düşünce, kapitalistler tarafından parsellenen sahil bölgeleri için geçerli olmadığını kısa bir dönem göremiyor-görmek istemiyor…

Sahil bölgelerinde döviz üzerinden fiyatlanan ürünleri satın alırken duygusal bağını yitiren gurbetçi, sosyal statü egosu nedeniyle her fırsatta “gurbetçi” olduğunu göstermeye çalışması, dolandırırken yerli yabancı ayırımı gözetmeyen bazı esnafın ekmeğine yağ sürmektedir. Biz İzmir Kemeraltı’da 30 yıldır esnaflık yapıyoruz. Kapıdan giren müşterinin gurbetçi olduğunu ben zaten anlıyorum ancak tezgahtarlarda hemen anlıyor ve onların davranışına göre ürünün satış süreci belirleniyor. Yıllar önce Kemeraltı esnafıyla bu konuyla ilgili bir röportaj yapmıştım. Onlarda Gurbetçilerin davranışlarından memnun değil.

| Kemeraltı Esnafı ve Almancılar videosu: 

Sonuç olarak Türkiye’nin sahil bölgeleri sosyal statü bakımında uç noktalarda yaşam süren toplulukların var olduğu görülüyor. Tatilciler kendi ekonomik koşullarının elverdiği bölgelerde tatil yapmayı seçiyor ve sınıf ayrımının acımasız ezikliğini daha az yaşıyorlar. Ancak gurbetçiler adeta bir toplumsal ara sınıf statüsünde alt ve üst arasında arayış içerisinde. Bir statüde ekonomik üstünlük sağlarken, diğer statüde ekonomik geliri yeterli sayılsa da kültürel birikimi sosyal sınıfı tarafından dışlanabiliyor.

Bu durumda kimlik arayışında yaşanan aidiyet belirsizliği, sosyo-kültürel acıdan bakıldığında bir belirsizliğin olduğu fark ediliyor.

Bu yaz tatilinden geriye kalan ise, İzmir Adnan Menderes Havalimanında gördüğüm bir ayrılık manzarasıydı. 18 yaşlarındaki genç kızın, sevdiği erkek olduğunu düşündüğüm aynı yaşta gençten ayrılırken döktüğü göz yaşıydı.

Her şey değişiyor. Gurbetçiler yeni tanımlamayla biz göçmenlerin hayatın da değişmeyen tek şey, 35 yıl önce 14 yaşımda annemden havalimanında ayrılırken döktüğüm gözyaşlarıdır. İşte o gençlerin ayrılışında döktükleri göz yaşı karşısında sınıf farklılıkları sosyal statü gibi soyut sıfatlanmaların hiçbir anlamı kalmıyor…| © Der Virgül

Yayınlama: 27.08.2024
Düzenleme: 27.08.2024
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.