İmra [Devamlılık, Sürüp Gidiş]
“Yazmak, ölümün elinden bir şey kapmaktır gelecek adına “dedi Esra ve yazmaya başladı.
İnsan kendi felaketini seçemez. İsteyerek bunu yapamaz ama kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir.
Birçoğumuz yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar bil ki onu da başka biri yıkmıştır.
Domino taşlarının yıkılışını yukarıdan boş gözlerle seyrettiğinde sana zevkli bile gelebilir. Boş gözlerle baktığında kendi felaketinden bile zevk alabilirsin böylece. O felakette seni diğer insanlara bağlayan şeyi görürsün belki de. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç kimsenin tamamen suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkmıştır. Herkes yıkıntısıyla bir diğerini etkilemiştir.
Unutmamalıyız ki kimse hayatı olayları yönetecek kadar, olumsuz bir şeylere sebep olabilecek kadar güçlü değil. Bizden bağımsız bir çok faktör var ve dolayısı ile hayatta her şeyi kontrol edemeyiz bunu anlamamız, fark etmemiz, bizi ortada tek bir domino taşı olduğumuz hissinden uzaklaştıracaktır.
Aslında yaşadıklarımız ile beraber bizi mahveden biraz da hep o anlatamadıklarımızdır. Hiç olmamış saydığımız ne varsa, yastığımızdaki gözyaşı, zamanın unutulmuş bir köşesi ve yalnız, kırık bir çocuk. Ben diyorum ki; öncelikle zaman, ruhunda rüzgarlar estirerek unutturmadan(?), bir de kendine anlat yaşadıklarını. Yoksa o rüzgarlar boran olur kasırga olur izler bırakır ruhunda. Buna izin verme.
Biliyorum konuşmak ilaçtır kendimizle veya bir başkasıyla. Terletir, rahatsız eder çünkü anlatmak gerçeklerle yüzleşmektir. Sıkışmak bile bir yerlere yaslanabilmek açısından iyi gelebilir bazen insana. Ama böyle boşlukta kalakalmak da neyin nesi? Araf’ı yaşamak bu olmamalı. Bu noktada olmamalı.
Hayat, kelimelere kolay dökülmüyor. İnsanın acısını da insan tamamen alamıyor. Belki de gerçek tam da Şükrü Erbaş’ın dediği gibi; insanın acısını insan alır…Bilemiyorum…
Yaşanılanlar senin, benim suçum/ suçun değil sadece. Yaşanılanlar birbirine takılmış zincirler gibi birbirini etkileyen insan karmaşası.
Hep o anlatamadıklarımız. “yok”, hiç olmamış saydığımız ne varsa, beynimizde gitmek bilmeyen – ama nasıllar, inanamıyorumlar-, zamanın unutulmak istenen bir köşesi ve yine kırık bir çocuk. Konuşmanın dahi yetmediği ıssız yerdeyiz şimdi. Dilimizden dökülen cümlelerin çıkmaz sokağında yani.
Esra diyor ki; unutmadan, bir de kendine anlat önce. Sakince, sessizce ve dinle, rüzgârlı bir havada yapraklarda çırpınan sesini. Unutma; konuşmak bir ihtiyaç olabilir, kendine konuşmak ise esas cevaptır anlayana. Herkes gider ama yaşadıkların seninledir…Herkes gider sen artık kendinle konuşmuş toplamışsındır cam kırıklarını göz yaşlarından. Herkes gider dağılmıştır domino taşları. Kiminin üzerinde gülen yüzler, kimininkinde ağlayanlar. Kimi öfkeli, kimi huzurlu. Önemli midir ilk yıkılan tas için en sondaki taşlar ya da kendinden sonrakiler?
Yaşadığınız, yaşatılan şeyler ne olursa olsun kalkmayı bilmek gerek. Geçmiş kötü diye geleceği de kötülemek niye? Geleceğin geçmişten hakkı vardır derler. Anlat önce kendine, yüzleş kendinle sonra, sonra anlat en yakın dostuna. Anlat ki arınma başlasın yeniden filizlensin dünyan.
Sağlıcakla kalın efendim.
Ben insanlarla konuşmaktan sakınır kendi kendime konuşmayı yeğlerim..Eskilerden alışa gelmiş kendi konuşana deli derler sözünü eş geçip umursamadan..Domino taşı olmaktansa en iyisi bu 🙂
Bu güzel yazınız için tebrik ederim Esra hanım
Başarı ve saygılarımla