Siyasi çirkeflikle beslenen kişisel yetersizliğin ölümcül diyalektiği
Yetersizlik öteden beri kendisini güçle beslemiştir. Güce erişmek ise her yetersiz insan için tabi ki mümkün olmamıştır.
Henüz 12 yaşındaydım. İzmir’deki evimize uzak ama benim gibi mahalle çocuklarına yakın bir askeri alanı vardı.
Tel örgülerle çevrilmiş bu alana girmemiz, içgüdüsel korkunun yanı sıra pratik olarak da zordu. Dolayısıyla giremez ve tel örgülerin ardından askeri eğitim yapılmasını merakla bekler ve seyrederdik.
Her akşam Mehtap mahallesindeki yazlık sinemada seyrettiğimiz yenilgisiz Cüneyt Arkın’ın “Kara Murat, Battal Gazi” filmleri, Hülya Koçyiğit’in “Kıbrıs” hareketinin olmazsa olmazı; “namaz kılarken Rumlar tarafından öldürülen yaşlı amcası,” her resmi bayramlarda Alsancak stadyumunda okul olarak sunmaya çalıştığımız gösterilerde, askeri geçit töreni içimizi titretir ve bizi heyecanlandırırdı.
“Her Türk asker doğar”-dı
Onlarca yakışıklı asker bir ağızdan, “Her Türk asker doğar” diye bağırıyor… Onlar bağırdıkça bizde “hep kazandığımız” filmlerin yan etkisi kendisini gösteriyor ve tüm dünyanın bize karşı işi gücü bırakarak düşman oldukları inancına bürünüyorduk. Ta ki o güne kadar […]
Tel örgüler arkasından seyrettiğimiz askerler sıraya dizilmiş ve belli ki komutanlarını bekliyordu.
12 yaşındaydım ve orta okula gitmeden liseye kabul edilecek bir serseri zekaya sahiptim. Fen liselerinin ülkeye bilim insanları yetiştirmek için zor koşullarda mücadele ettiği günlerdi. Ben dahil her öğrencinin hayalinde ise “Her Türk asker doğar” sloganından doğan sorumluluk hissiyatı yatmaktaydı. Bu duygularla seyrediyorduk, uzun boylu genç ve dinamik askerleri.
Beklenen komutan bütün hayal dünyamızı, Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanındaki kahramanıyla, Yılmaz Güney’in “çirkin kral” karakteriyle tanımladığı kahramanla nasıl yıktıysa, gelen komutan da öyle yıkmıştı. Sıraya girmiş uzun boylu ve dinamik onlarca askerin komutanı, çok çirkin ve kısa boylu cılız birisiydi. Böyle olmamalıydı…
Yetmezmiş gibi bağırıp askerlere kızıyordu.
Bir an geldi ki bende dönüm noktası yarattı.
Komutan kendisinden çok uzun askere önce tokat attı, asker yere düşen tüfeğini almak için eğildiğinde, komutan hiçbir zaman erişemeyeceği askerin çenesine tekme attı…
12 yaşındaydık ve hepimizin asker doğduğuna inanıyorduk. Neden böyle bir gelişme yaşandı tabi ki bilmiyorduk. Ama tek bildiğimiz, artık asker doğmak istememizdi.
Kahramanlarımız, Cüneyt Arkın’ın kaçak girdiğimiz yazlık sinemada seyrettiğimiz filmlerinde dövdüğü, yüzünü bile hatırlamadığımız figüran olmuştu artık. Artık asker doğmak ve olmak istemiyordum. Lakin hayatın, gördüğüm bu sahnenin daha acımasız ve onur kırıcı versiyonunu ileride bana göstereceğinden haberim yoktu…
“Yetersizlik kendi içerisinde kendisini parçalara ayıran ve bunu hiçbir zaman kabul etmeyen ama içgüdüsel bir dürtü olarak yaşayan bedenlerde, çok tehlikeli olabilmekteydi.”
Hegel’in diyalektiğini, Karl Marx tarafından yorumlanmış biçimi olan “Tarihsel Diyalektik Materyalizm” kitaplarından teorik olarak öğrendiğimde, daha doğrusu öğrenmeye çalıştığımda 18 yaşındaydım.
Nasıl ki diyalektiğin babası Hegel’in üzerinden atladığım gibi, tam tersini pratik olarak iş hayatımda da Avusturya’da saat ücreti 80 Schillinge [5,81 Euro] mezar firmasında yaşıyordum. Belki de tarihsel süreç; Kafa ve kol emeği arasındaki diyalektik bağı somut olarak görmemi sağlıyordu.
Ancak bu işte yetersizliğimin farkındaydım. Karl Marx’ın diyalektiğiyle, Hegel’in diyalektiği arasında temelden farklılık taşıdığını bilmek benim çok işime yaramıyordu.
Demem o ki emrinde çalıştığım Avusturyalı, sözünü ettiğim Alman iki filozofun adını bile hiç duymamıştı. Ancak adını bile duymadığı Karl Marx’ın kapitalinde yazdığı “artı değer” işleyişini sürdürme sevdasıyla, “iki mezar daha kazacağız bugün” diyerek, hayatında hiç duymadığı bir işleyişin çarkı oluyor, bunu yaparken de ona emanet olarak verilen yetki gücünü, benim üzerimde çirkefleşerek kullanıyordu.
Bu durumdan başka bir sonuç çıkarmakta, o günlerde pek işime yaramıyordu…
• İnsan hangi anlamda yetersiz ise ve yine yetersiz olduğunu asla kabul etmediği halde, dışsal güç elde ettiği süratte, [makam, zenginlik gibi…] ilk olarak yeterliliğinde özgüven kazandığına kanaat getirdiği insanlara dışsal gücünü kullanarak zarar vermek istemektedir.
“Siyasi Çirkeflik” tamda bu noktada en çok kullanılan dışsal-hak edilmeyen güçtür. Siyasi çirkeflik, yetersizliklerin maskelenmesi için kullanılan bir araç haline gelir.
Siyasetçilerin çirkef yöntemlere başvurarak yetersizliklerini gizlemek istemeleri, bir süre başarılı olabilir. Ama yetersiz olduğunu bilen bu siyasetçiler, yetersizliğini bilen birilerinin olduğunu fark etmeleri durumunda saldırgan olur ve her saldırışlarında kendilerine bir darbe vururlar.
Siyasi sorumluluk taşıyanlar, toplumsal sorumluluk bilincine erişmemişse, sonunda hem kişisel hem de toplumsal düzeyde çöküşle sonuçlanır. Yetersizliklerinin üzerine kurulu bu tür stratejiler, bir noktada etkisiz hale gelir ve bu döngü, siyaseti daha da yozlaştırarak sistemde onarılamaz zararlar yarattığı gibi, temsil ettiğini sandığı toplumun siyasete güvensizlik duygusunun artmasını tetikler.
Kullandığım başlıktan yola çıkacak olursak; Yetersizlik ile çirkefliğin birbirini beslemesi ve büyümesi sonucunda ortaya çıkan, Türkiye göçmenleri Avusturya gerçekliğinde bir avuç “etkisiz etnik grup” olarak görülmenin ötesine gidemediğidir. Avusturya cephesinden bakıldığında esas olan bu tespit, Türkiye göçmenleri içerisinde barındırdığı yetersizlik ikileminin psikolojik ezikliği gibi sonuçlar yaratmaktadır. Tarihsel milliyetçilik noktasında “öz savunma” üzerinden “kuşatma” kudretini akıllara getirerek ve tarihsel ütopyanın “meraklı” bazı çevrelerce savunulmasının önünü açarak, birlikte yaşamın olanaklı olmasının önünü kesmektedir.
Bireysel benliklerinde dejenere olmuş dış güç [makam] sahibi narsist kişilikler, toplum açısından siyasi yozlaşma ve güvensizlik oluştururken, kendi yetersizliğini kamufle etmelerini “para/güç” karşılığında seçtiği zayıf karakterli sözde habercileri kendisi gibi “Ölümcül diyalektiğin” bilimsel sonucuna kaçınılmaz olarak mahkûm etmektedir.
Kendi iç dünyasında bir çatışma yaşayan güce tapan siyasetçiler, çirkef yöntemlere başvurarak yetersizliklerini gizlemek isterler. Bu çirkefliğin farkında olan sözüm ona haberciler, “yazmayan kalemlerini” kutsadıkları “ekmek parası” gibi masum sayılan söylemlerin arkasına saklanarak satmaktan utanmayarak, sürecin bir parcası olabilmektedirler.
Çirkefliğe başvuran kişilerin içsel eksiklikleri, kaçınılmaz olarak siyaseti bir çıkmaza sürükler.
Çıkmaza giren siyasetin hesabı ise yine çıkmazın içindeki bu kişiliklerden sorulur.
Ama güzel olanı ise; bu kişiliklerin temsilcilerine dışarıdan bir vurucu bir müdahale de bulunmaya gerek olmadığıdır.
Çünkü sizin her sessiz kaldığınız zaman biriminde, tarihin diyalektiği öğretisinin gösterdiği gibi, “sessiz kalmanın da bir tepki olduğunun farkına varamayarak, etki alanına hakim olma gücün verdiği yanılgıya kapılacak ve bir çıkmaza girecektir.
İşte o çıkmazın eşiğinde bekleyen ise biz olacağız…