Yüzleşme
Bir dağ yamacında eksi yedi derecede, bir elim kamerada bir elimle de kayalıklardan tutunuyordum. Birazdan gelecek olan trenin görüntüleyecek ve bunu bir ay boyunca her gün Anadolu’nun karla kaplı bozkırında, belgeseli tamamlamak için yapacaktım.
Bu bekleyiş bazen saatlerce sürüyor, sabır, sınırları zorluyordu.
Tepeden baktığımda beyaz aracımızın yanında yeğenim Taylan görünüyordu. Ben üşüyorum diye aracın içinde çok oturamıyor, üşümek için dışarıda duruyordu adeta. İçgüdüsel bir davranış sergilemenin yanı sıra, elinde bir sopa, dağ başlarında kurt veya köpek saldırılarına karşı bizi korumaya hazır bekliyordu. Bölgede yaşadığı için doğa şartlarına daha alışkın ve cesurdu. Taylan’a göre, insan bildiği ve tanıdığı şeyden korkmazdı.
Canımı acıtan acıyı biraz olsun hafifletmek için kendimi belgesel çekimlerine vermiş, acı hafiflesin diye yeni acılar peşine düşmüş gibiydim…
Tehlikeli oyunlarla kan dolaşımının hızlanmasını sağlıyor, bu sayede anı yaşayabiliyor ve yakın zamanda yaşadığım kayıpların derinden gelen sızısını geçici olarak hissetmiyordum.
Uçsuz bucaksız ovalar ve dağların arasından uzanan tren yolunda en iyi görüntüyü yakalamaya çalışırken, yalnızlığın beni bir iç sorgulamaya taşıdığını fark ettim.
Belki Oğuz Atay’ın Hüsamettin albay(ım) la diyalogları ve monologları şeklinde değildi ama bir yüzleşme söz konusuydu. Hayattaki en büyük korkulardan biri insanın kendisiyle yüzleşmesi değil miydi?
Zira insanın kendisini kandırması başkalarını kandırmaktan çok daha zordu. Kişi kendisine yalan söyleyemez, kendisini ona inandırmazdı. Böyle olduğu taktirde zaten sorunlu bir kişiliğe bürünmüş olurdu.
Doğruyu söylemek kolaydı aslında. Yalan zahmet gerektiren ve belirli bir zekâ isteyen bir şeydi.
Ki Swift, “Yalan söyleyen herhangi biri altına girdiği ağır yükü nadiren fark eder, çünkü bir yalanı sürdürebilmek için, yirmi yalan daha icat etmek zorundadır” der… O zaman dürüstçe yüzleşmek en doğrusu olurdu. Peki bunu yapabilmek bu kadar kolay mı?
Her insanın içinde kapısını açmadığı bir odası vardır. Kendi içimdeki odayı düşünürken, çok genç yaşlarda okuduğum bir şiir geldi aklıma.
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir”
Attila İlhan’ın bu şiirinde ne demek istediğini o zamanlar anlamamıştım.
Ancak çok sonra bu şiir, yüzleşmenin çok boyutlu olabileceği hissini bende doğurmuştu. “Zaten yoktular” vurgusu, hayatımıza hiç girmeyen, yani kendi yarattığımız hayal olan insanalar, diğer yandan var ancak bizim için yok sayılan insanlar olarak da anlam taşımakta.
Kendinden sorumlu olmak duygusuyla derinleşen yüzleşme, size yeni bir kişiyi, yani sizi gösterebilir. Yüzleşme bir noktada kendinizi tanıma ve tanımlamaktır.
Her şeyden önce insanın kendisine, kendisini itiraf etmesi, kendisi tarafından kısıtlanan özgürlüğüne kavuşması demektir. Bu özgürlük beraberinde öz güven doğurarak, hayır diyemediğiniz birçok noktada sizi daha güçlü kılarak, vaz geçmeniz veya devam etmeniz durumlarında tutarlı olmanızı sağlayacaktır. Nerede durmanız, nerede devam etmenizi belirme yetisi sizin elinize geçecektir.
Yüzleşme ilk dönemler çok acı verebilir. Ancak kendimiz olabilmek için bunu yapmaya değer.
Ve unutulmamalıdır ki E. E. Cummings’in dediği gib, “Seni diğerlerinden farksız yapmaya tüm gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş başladı mı, artık hiç bitmez.”…
İşte o belgesel: Doğu Ekspresi Belgeseli [Beyaza Yolculuk]