Avrupamerkezciliğin ötesinde
Gerçekten dekolonizasyon istiyorsanız, kültürel eleştirinin ötesine geçip ekonomist Samir Amin’in derin yapısal anlayışına bakın.
1978’de “Oryantalizm”in yayımlanmasıyla Edward Said, çağımızın en etkili akademisyenlerinden biri haline geldi. Kitap, ırkçı söylemlerin Avrupa imparatorluklarını nasıl yarattığına ve devam ettirdiğine dair anlayışlar sunarak modern dünya tarihi çalışmalarını dönüştürdü. Siyasi faaliyetleri kadar Said ve eserleri de birtakım sağcı eleştirmenlerden tepki topladı. Bu kişiler arasında muhtemelen en tanınanı Bernard Lewis. Batı’da daha az bilinen isimse, “Avrupamerkezcilik” kavramını üreten Mısırlı ekonomist Samir Amin. Kavram, Amin’in Said’in imparatorluk görüşünü sol çizgiden eleştirdiği ve kültür ya da söyleme değil, kapitalizm ve emperyalizmin materyalist anlayışına dayanan alternatif bir bakış açısı sunduğu “Avrupamerkezcilik” (1988) kitabından geliyor.
Said kariyerinin çoğunda Küresel Kuzey’de New York’tayken, Amin ise kariyerini çoğunlukla Afrika’da, emperyalizm yoluyla yaratılan bağımlılıklara meydan okumak için Afrika merkezli akademik ve siyasi kurumlar inşa etmeye çalışarak geçirdi. Amin’le 2016’da bir röportaj için görüştüğümde 85 yaşındaydı hâlâ canla başla alternatif kurumlar oluşturmakla ve Avrupamerkezci sosyal teoriye meydan okumakla uğraşıyordu. 2018’de vefat etti ama mirası son derece güncel kalmaya devam ediyor.
“Avrupamerkezcilik”te Amin, kapitalizmin Avrupa’daki gelişimine dair varsayımların nasıl hatalı olduğunu açığa çıkardı. Avrupa’ya içsel nitelikler arasında yer alan ve sosyal teoride halen baskın konumdaki rasyonalite ve utkudan ortaya çıkan bu kapitalizm hikayesinin gerçeği çarpıttığını savundu. Bu anlatı, emperyalizmin ve ırkçılığın kapitalizm tarihinde oynadığı rol de dahil kapitalist sistemin gerçek doğasını gizliyor. Objektif bilimsel bir açıklama sunmak yerine Amin, Avrupamerkezciliği fark ettti. Ona göre kapitalizmin sözümona Avrupa’dakine benzer şekilde çevre ülkelerde gelişebileceğini varsaymak mantıksal açıdan imkansız. Ayrıca Amin, diller ve sahte tarihsel ikilikler arasında gerçek olmayan bir zıtlık (örneğin Yunanistan “Avrupalı” ve Doğu’yla bağlantısız olarak kabul edilir Hıristiyanlık da Avrupalı kabul edilir) kurduğu göz önüne alındığında, Avrupa’nın kültürel bütünlüğünün temelinin ırkçı olduğuna dikkat çeker. Bu bakımdan Amin, sosyal bilimlerde kültürcü açıklamaları erken dönemde ve sofistike şekilde eleştirmişti.
Amin’in Avrupamerkezcilik eleştirisi, daha çok Batı dışının kültürel tasvirlerinin nasıl ırkçı ve zararlı olduğuna odaklanan Said’in eleştirisinden farklı. Nitekim Said ve Amin, birçok yönden sosyal bilimlerde emperyalizme dair postkolonyal ve Marksist görüşler – ilki “Oryantalizm” diğeriyse “Avrupamerkezcilik” – arasındaki zıtlığı temsil ediyor. Neo-Marksist Amin, postkolonyalistlerin uğraştığı tutumlara ve kültüre daha az ilgi gösterirken, Küresel Güney’deki kaynaklara yasadışı şekilde el koyan ve halkları sömüren küresel bir sistemi meşrulaştırarak, emperyalizmi ve sistematik eşitsizlikleri pekiştiren, kutuplaştırıcı ve ideolojik bir küresel proje olarak Avrupamerkezcilik’le daha fazla ilgileniyordu. Örneğin Amin, Avrupamerkezci sosyal bilimlerin, sermayenin somut şekilde önemli etkiler yaratmış sınırsız talanlarını meşrulaştırmaya nasıl katkıda bulunduğunu gösterdi. Said için muhalif tutumlar ve kültür emperyalizme meydan okumak için yeterli olabilirken, Amin açısından emperyalizme karşı çıkmak her zaman kapitalizm meselesine geri döndü.
Amin, Avrupa’nın İslami Doğu’ya dair farklı tasavvurları arasında ayrım yapmadığı için Said’in eleştirisinin fazlasıyla genel ve tarihötesi olduğunu düşündü. Said’den alınan bu ders, Amin’i Avrupamerkezcilik kavramını fazla serbestçe kullanmanın tehlikesine karşı uyarı yapmak durumunda bıraktı. Amin için Avrupamerkezcilik belirli bir tarihsel anda geliştirilen bir kavramdı. Said’i “hesaba katılması gereken olgular için olumlu başka bir açıklama sistemini önermeden” sadece Avrupa önyargısını -veya Oryantalizmi- kınadığı için de eleştirdi. Amin’in çalışmasında yapmak istediği şey aslında tam da bu. Kapitalizmin gelişimine dair Avrupamerkezci önyargıların yer almadığı daha bütünlüklü bir bakış açısını görünür kılarak Amin, “moderniteyi eleştiren modernite” niteliğindeki Avrupa tikelciliğinden arındırılmış evrensel bir projeyi takip etmeyi önerir. Herhangi bir sosyal bilimler teorisinin gerçekliği tarafsız şekilde bütünüyle yakalamasının kuvvetle muhtemel imkansız olduğu göz önüne alındığında, elbette böyle bir iddiaya eleştirel bir sosyal bilimler merceğinden de karşı çıkılabilir.
Amin’in ilk kez 1988’de Fransızca yayınlanan “Avrupamerkezcilik” kitabı, birçok şeyin yanı sıra Marksist analizleri Avrupamerkezci olduğu gerekçesiyle neredeyse sorgulamaksızın reddeden postkolonyal eleştirilere de bir yanıttı. Amin, Marksizmin gelişmekte olan ülkelerin bariz şekilde kapitalist kalkınmanın daha erken bir “aşamasında” olduğu ve zamanla Avrupa’yı yakalayacağı gibi teleolojik varsayımlarının Avrupamerkezci olduğuna katılıyordu. Ne var ki Marksist kavramların ve tarihsel materyalizmin, Avrupamerkezciliğe karşı nasıl güçlü eleştiriler getirebileceğini de ortaya koydu.
Peki, onun Avrupamerkezci bilime alternatifi neydi? Çevre ülkeleri söz konusu olduğunda Amin, küresel ekonominin eşitsiz yapılarını ortaya çıkarmak için Avrupamerkezci teorilerin sağlayamadığı bir çerçeve sundu.
Amin’in kalkınma iktisadı alanına katkısını düşünmenin iki yolu var. Bunlardan biri, ortaya koyduğu belirli kavramları ve bunların kapsamının dünyayı yorumlamak için çeşitli şekillerde nasıl genişletildiğini incelemek. Diğeriyse bir alan olarak kalkınma iktisadını en fazla yeniden şekillendirme potansiyeline sahip sosyal bilimlere yaklaşma şekliyle ilgili (Review of African Political Economy adlı bilimsel dergide ortak kaleme aldığım makalemde ayrıntılı olarak açıklandığı gibi). Ekonomi politiğe yaklaşımıyla başlayalım.
Amin’in ekonomi politik kavramı bizi küresel ekonomik sorunlar hakkında yapısal, zamansal, politik ve yaratıcı düşünmeye iter. Disiplinlerin sınırlarına meydan okur. Öncelikle onun yapıya gösterdiği önemi düşünelim. Ekonominin çoğunlukla metodolojik bireyciliğe veya metodolojik milliyetçiliğe – bireyi veya ulusu en önemli analiz birimi olarak merkeze alan yaklaşımlar – dayandığı bir zamanda Amin, yapısal biçimde düşünmemiz gerektiğini vurgulayarak işe koyulur. Uluslararası bir sömürü sisteminin temelini oluşturan küresel yapılara dikkat çeker. Amin’in kapitalizmin kutuplaşma eğilimiyle postkolonyal dünyaya getirdiği kısıtlamaları kalkış noktası olarak alan ve Güney merkezli bir gelenek olan bağımlılık teorisine önemli katkılar yapmasını sağlayan şey, aslında küresel ekonominin yapısı üzerine düşünmesiydi. Amin, eşitsiz mübadelenin – uluslararası ticarete gömülü eşitsizlikler – sömürgeciliğin mirası olan ve Küresel Güney’deki ülkeleri yapısal anlamda dezavantajlı hale getirmeyi sürdüren küresel kapitalist ekonominin nasıl can alıcı bir özelliği olduğunu araştırdı.
Amin, zamansal düşünme ihtiyacında da ısrarcıydı. Kendisini, merkez ve çevre ülkeler arasındaki kutuplaşmayı anlamanın anahtarının küresel kapitalizmin tarihsel yayılması olduğunu savunan, küresel tarihsel materyalizm okulunun bir üyesi olarak tanımladı. Aynı zamanda Amin’in yaklaşımı temelde politikti. Nihai hedefinin dünyayı daha iyi hale getirmek olduğunu asla inkar etmedi. Bu onu, sosyal bilimlerin tarafsız ve apolitik olduğunu iddia eden Avrupamerkezci gelenekteki ekonomistlerden ayırır.
Velhasıl Amin, dünyayı çevre ülkelerin en dış sınırlarından anlamak için metropoliten merkezde geliştirilen kavramları kullanımında yaratıcı bir düşünürdü. Kendisini “yaratıcı Marksist” diye niteledi ve Karl Marx’ta durmak yerine ondan yola çıkacağını vurguladı. Sınıf mücadelesine, sömürüye ve eşitsiz kapitalist kalkınmaya öncelik veren Marx’tan başlayarak Amin, emperyalizmi, eşitsiz mübadeleyi ve merkezle çevre arasındaki kutuplaşma eğilimlerini analiz etmek amacıyla bu kavramların kapsamını genişletti.
Ekonomi politiğe bu tarihsel yaklaşım göz önüne alındığında, emperyalizmi daha iyi anlamak için Marx’ın değer teorisinin kapsamını genişletmesi Amin açısından mantıklıydı. “Accumulation on a World Scale” (1974) (Dünya Ölçeğinde Sermaye Birikimi) kitabında, değerin çevre ülkelerden merkezdekilere akmaya devam ederek, uluslararası bir işbölümünü ve coğrafi düzlemde eşitsiz servet dağılımını yeniden ürettiği mekanizmaların, kolonizasyondan ve onun yapılarından kaynaklandığını gösterdi. Amin “emperyalist rant” kavramını, Neo-Marksist iktisatçılar Paul Baran ve Paul Sweezy’nin “Monopoly Capital” (1966) (Tekelci Sermaye) kitabından yola çıkarak oluşturdu. Amin için emperyalist rant fazla artı değerden elde ediliyordu. Bir başka değişle çevre ülkelerdeki üretim yoluyla işçilerden daha fazla değer elde edilebilir. Bu da merkez ülkelerde benzer işleri yapan çalışanlarla kıyaslandığında, sermayedar için ek bir rant oluşturabilir. Amin, çevre ülkelerdeki düşük ücretli işçilerin merkez ülkelerdekilerden daha az üretken olmamasına rağmen yarattıkları değerin daha az ödüllendirildiğini, böylesine (emperyalist) bir rant yaratan unsurun tam da bu olduğunu savundu. O zamandan bu yana Andy Higginbottom ve diğer akademisyenler, Britanya ve İspanya merkezli çokuluslu şirketlerin, emtia patlamasından nasıl faydalandığını göstermek için bu kavramı kullanarak, Amin’in anlayışının kapsamını genişletti. Ayrıca Maria Dyveke Styve’in “The Informal Empire of London” (Gayriresmi Londra İmparatorluğu) (2017) üzerine çalışmasına bakınız.
Filistinli Hıristiyan bir babayla Lübnanlı Hıristiyan bir annenin çocuğu olarak 1935’te Filistin Mandası’nda dünyaya gelen Edward Said, 2003’te 67 yaşındayken ABD’de hayatını kaybetmişti (Ruby Washington/ New York Times)
Sömürgecilik, postkolonyal ekonomileri öyle şekillendirdi ki sermaye birikimi özellikle adaletsiz veya eşitsiz biçimlerde gerçekleşti. “Unequal Development”ta (Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme) (1976) Amin, iki farklı sermaye birikimi türü arasında ayrım yaptı. Bunlardan birini, merkez ülkelerde yer alan ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini teşvik eden “otosantrik birikim” diye adlandırdı. Çevre ülkelerse, Amin’in “dışadönük birikim” adını verdiği, kendisini sermayenin yeniden üretimine sunmayan birikim türüne sahip. Eşitsiz gelişmenin tarihsel olarak evrimleştiğini, çağdaş dönemde kendilerini eşitsiz mübadele olarak gösteren sömürücü yapılar oluşturduğunu savundu.
Amin’in “eşitsiz mübadele” fikri, faktör fiyatının emek karşılığında ödenen ücrete ya da diğer birincil üretilmemiş faktörlere işaret ettiği, küresel faktör fiyatları eşitsizliğini anlama girişimiydi. Bu, işgücünün, ham maddelerin ve toprağın çevre ülkelerde daha ucuz olduğu anlamına geliyor. Amin, çevre ülkelerde işgücünün değersizleştirilmesini “aşırı sömürü” diye niteledi. Onun için eşitsiz mübadele, tekelci sermayenin aşırı kâr (ya da emperyalist rant) arayışıyla çevre ülkelere yayılmasıydı.
Amin, eşitsiz mübadele üzerine tartışmaların temel yapı taşlarını da değiştirdi. Onun eserlerinden önce iktisatçılar arasındaki geleneksel görüş, çevre ülkelerdeki işçilerin merkezdekilere kıyasla açıkça daha az üretken olduğuydu. Eşitsiz mübadele ve “aşırı” sömürü fikrinin Marksistler arasında tartışma yaratmaya devam ettiğini belirtmek de önemli. Kapital’de (1867) Marx farklı uluslarda görülen farklı derecedeki sömürüleri karşılaştırmanın beyhudeliğini ve bundan doğan metodolojik sorunları bizzat tartışır. Birçok Marksist, Amin gibi Neo-Marksistlerin emeğin sömürülmesi pahasına piyasa ilişkilerine aşırı odaklandığını savunuyor.
Bu teorik tartışmalara katılmanın yanı sıra Amin, eşitsiz mübadeleyi ampirik biçimde ölçmeye çalışan ilk kişilerdendi. O zamandan bu yana Jason Hickel, Dylan Sullivan ve Huzaifa Zoomkawala gibi birçok kişi onun izinden gitti. Bu akademisyenler 2021’deki araştırmasında, Küresel Kuzey’in 1960 ila 2018’de Küresel Güney’in 62 trilyon dolarını (sabit 2011 ABD doları) gasp ettiğini ortaya koydu. Eşitsiz mübadeleyi hesaplamak için bir dizi farklı yöntem araştıran Hickel ve arkadaşları, sömürünün yoğunluğunun ve eşitsiz mübadelenin boyutunun, yöntemden bağımsız olarak 1980’ler ve 1990’lardan beri önemli ölçüde arttığını da tespit etti.
Amin adaletsiz bir sistemi değiştirmenin yollarını düşünmeye de kayda değer vakit ayırdı. Eylemlere yoğun şekilde katıldı ve siyasi değişim yaratmak için bazı teorik kavramlar geliştirdi. Bunlardan en bilineni, Amin’in hakkında bir kitap yayımladığı “kopuş” fikri (Fransızcası déconnexion, İngilizcesi delinking Amin’in çevre ülkelerin kapitalist sistemle ilişkilerini radikal şekilde dönüştürmeden gelişmeyeceği tezi için ürettiği kavram -çn.). “Delinking: Towards a Polycentric World” (1990) (Kopuş: Çok Merkezli Bir Dünyaya Doğru), çevre ülkelerde egemen bir devlet kurulması için ileriye dönük muhtemel yollara dair bir değerlendirme sunar. Bu kitapta Amin, 19. yüzyılda Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesini sağlayan belirli koşulların başka yerde yeniden üretilmesinin mümkün olmadığını savunur. Bu nedenle Amin, kapitalistleşmemiş köylü tarımı biçimlerinin yenilenmesiyle şekillenen yeni bir sanayileşme modeli önerdi ve bunun küreselleşmiş kapitalizmin zorunluluklarından kopuşa işaret edeceğini düşündü.
Kopuşun sıklıkla otarşi ya da kendi kendine yeten bir sistem veya sınırlı ticaret olarak yaygın biçimde yanlış anlaşıldığını belirtmek önemli. Fakta bu doğru bir tanımlama değil. Kopuş, küresel ekonominin geri kalanıyla tüm ilişkilerin kesilmesini değil, ulusal gelişim stratejilerinin küreselleşmenin zorunluluklarına tabi kılınmasının reddedilmesini gerektirir. Küresel sistemin ihtiyaçlarına tek taraflı uyum sağlamak zorunda kalmak yerine, kendi gereksinimlerine uygun bir ekonomi politiği zorlayarak elde etmeyi hedefler. Bu daha büyük egemenlik hedefine ulaşmak için bir ülke, kendi üretim sistemlerini geliştirecek ve uluslararası sermayenin taleplerinden ziyade halkın ihtiyaçlarına öncelik verecektir.
Vefatından önce kendisiyle yaptığım röportajda Amin, kopuşa dair olasılıkları anlamak ve konumlandırmak açısından herhangi bir ülkenin kendine özgü ekonomi politik gerçekliğinin önemli olduğunu vurgulamıştı. O dönemde Amin, sıradışı bir kesinlikle, “Yüzde 70 kopuşa ulaşırsanız, harika iş çıkarmış olursunuz” tahmininde bulunmuştu. Tarihsel nedenlere bağlı olarak nispeten istikrarlı ve belirli miktarda askeri ve ekonomik güce sahip güçlü bir ülkenin kopuş gerçekleştirmek için çok daha fazla koza sahip olacağına işaret etmişti. Dolayısıyla Çin yüzde 70’lik bir kopuş elde edebilirken, Senegal gibi küçük bir ülkeyse aynı ölçüde bağımsızlık kazanmakta zorlanacaktır.
Kopuş, bir ülkenin karşılaştırmalı üstünlüklerine uyum sağlama ve yabancı ülkelerin çıkarlarına farklı şekillerde hizmet etme talebinin reddedilmesini gerektirir. Tabii bunu söylemesi kolay, yapması zor. Amin bunun, hem böylesi bir ulusal proje için güçlü bir iç destek hem de merkez ülkelerle çevredekiler arasındaki sömürgeci ekonomik ilişkilere alternatif olarak güçlü bir Güney-Güney işbirliği gerektireceğine dikkat çekti. Kopuşun diğer yönleriyse kısa vadeli tüketimi veya kârı en üst düzeye çıkarmak yerine, halkın çoğunun yaşam kalitesini artırmak amacıyla altyapı gibi uzun vadeli projelere yatırımları içerir.
Birçok akademisyen, tarihsel kalkınma seyirlerini kopuş konusuyla ilişkisi açısından yakın dönemde incelemişti. Örneğin, 2020’de Francesco Macheda ve Roberto Nadalini, Çin’in kalkınma seyrini anlamaya çalışmak için bunları uygularken, 2021’de de Francisco Pérez bunu Doğu Asya’daki ekonomik kalkınmayı anlamak için kullanmıştı. Ne var ki dünya daha birbirine bağlı hale geldikçe, kopuş olasılıkları da zorlaşıyor.
Küresel Kuzey’deki üniversitelerin, “üniversiteyi dekolonize etme” arzusunu dile getirmesinin moda haline geldiği bir dönemdeyiz. Birçok akademisyen bunu nasıl yapacağını anlamak için Said’in Oryantalizmine koşarken, Amin’in çalışması ve Güney merkezli sosyal bilimlere bağlılığı daha radikal bir yaklaşım sunabilir. Said’in ardından sosyal bilimleri dekolonize etme vaadinin çoğu, müfredattaki ve akademik söylemdeki ırkçı kalıpların ve Avrupamerkezci tasvirlerin eleştirisiyle sınırlı kaldı. Bu durum, müfredatların kapsamının giderek daraldığı, Avrupamerkezci hale geldiği ve özellikle ekonomi alanında ciddi bir çeşitlilik eksikliğinin yaşandığı bir dönemde önemli. Peki, Aminci perspektif ekonominin dekolonize edilmesine dair tartışmalara Said’in katkısının ötesinde ne ekleyebilir?
Birincisi, Amin’in sömürgeciliğin miraslarının dünya ekonomisinin iktisadi ve toplumsal yapısını çeşitli biçimlerde nasıl şekillendirdiğine odaklanması, sömürge mirasları, emperyalizm ve eşitsiz mübadele hakkında sayısız akademik çalışma için de kapı açtı. Dolayısıyla üniversitelerin dekolonize edilmesi açısından Amin, kapitalizme dair alternatif anlayışların yanı sıra Güney merkezli dünya anlayışları da ön plana çıkarabilir. Bu önemli çünkü kapitalizme eleştirel yaklaşan akademik çalışmalar, dünya genelinde ekonomi müfredatlarında çoğunlukla kenara itilmiş durumda.
Amin, 1957’de Paris’teki Sciences Po’da doktora tezini savunduğunda, Marksist kavramların kapsamını genişleterek elit kurumlarda ekonomi alanında doktora derecesi kazanmanın mümkün olduğu bir dönem söz konusuydu. Bundan sadece birkaç yıl önce 1951’de, Marksist ekonomist Baran, bir diğer Marksist ekonomist Sweezy’nin 1947’de Massachusetts’teki Harvard Üniversitesi’nden emekli olmasından kısa süre sonra, Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesi’nde kadrolu profesörlüğe terfi etti. O dönemde dünyanın her yerinden radikal akademisyenler, kapitalizmin kutuplaştırıcı eğilimleri hakkında yeni ve birbiriyle yarışan açıklamalar ortaya koyuyordu. Hindistan’daki akademisyenlerden Brezilya’dakilere kadar, postkolonyal dünyanın perspektifinden Marx’ı yeniden yorumlamaya dair özel bir ilgi vardı. Aynı zamanda Endonezya’da 1955’te ekonomik kalkınma ve dekolonizasyon etrafında şekillenen ittifaklar kurmak amacıyla, bağımsızlığını yeni kazanmış 29 Asya ve Afrika ülkesinden temsilcilerin bir araya geldiği Bandung Konferansı’nın, sömürgeciliğe ve neokolonyalizme karşı çıkanlar için umut vaat ettiği bir dönemdi.
Çağdaş ekonomi alanında analiz, neoklasik ekonomi çerçevesinde ve belirli kabul görmüş ekonometrik yöntemlerle incelenebilecek olana indirgenirken, buna karşı Avrupamerkezcilikle ilgili 20. yüzyıl ortasındaki tartışmalar, sömürgeci ve neokolonyal ilişkilere karşı gerçek ve somut mücadelelerden evrilmişti. Aminci bir perspektiften bakıldığında üniversitenin dekolonize edilmesi, küresel eşitsizliklerin ve adaletsizliklerin üretiminde bizzat kapitalist sistemin rolünü eleştirel şekilde irdeleyen, 20. yüzyılın ortalarında mümkün olan türden radikal akademik çalışmalara yer açılmasını gerektirir.
İkincisi, Amin ana akım ekonominin ideolojik temellerini ve sosyal bilimin kuramlaştırmalarını etraflıca görmemizi sağlayabilir. Böylelikle Avrupamerkezci olmayı sürdüren bir alanı eleştirmek için bize gerekli başlangıç noktasını sağlar. Üçüncüsü de strateji söz konusu olduğunda Amin’den önemli dersler öğrenebiliriz. Merkez ülkelerdeki elit üniversitelerle çok ilişki kurmadı. Pan-Afrikanistti ve gelişmekte olan dünyanın bir yurttaşıydı Afrika’da siyasi ve entelektüel kurumlar inşa etmeyi hayatının odağı haline getirdi. Bu, Güneyli kurumları ve epistemolojileri desteklemek yerine, çevre ülkelerdeki akademisyenleri (genellikle Avrupamerkezci) kurumlara dahil etmeye çalışan merkez ülkelerdeki üniversitelerin birçok girişimiyle tezat oluşturur.
Nihayetinde Amin, çalışmalarını her zaman gerçek ve somut mücadelelerle ilişkilendirdi. Avrupamerkezci sosyal bilimlere karşı koyma ihtiyacı önemliydi çünkü küresel ekonomik sistemin sömürgeci boyutunu ortaya çıkardı. Bu, genellikle dekolonizasyonla ilişkili daha kapsamlı toplumsal mücadelelerden kopuk şekilde dile getirilen üniversiteyi dekolonize etme çağrıları bağlamında önemli. Dolayısıyla Amin’in çalışması, sömürgeciliğin somut kaynaklarla ilgili olduğuna, bu yüzden de dekolonizasyonun yalnızca epistemolojideki değişimlerle elde edilemeyeceğine dair çok önemli bir hatırlatma işlevi görüyor. / Independent Türkçe için çeviren: Yasin Sofuoğlu