Marx, aşk ve devrim!
Aşklarının “imkânsız”lığı, hem Karl’ın bir aile geçindirecek koşullara sahip olmamasından hem de iki aile arasındaki toplumsal düzey farkından ileri geliyor. Karl Marx’ın gölgesinde kalmış olan ailesi, özlemleri, tutkuları, sevinç ve kederleri olan bireyler olarak ete kemiğe bürünmüş halleriyle çıkıyorlar karşımıza…
Marx ailesi üyelerinin altmış yıldan uzun bir süre boyunca birbirlerine ve dostlarına yazdıkları binlerce sayfadan oluşan mektupları; Mary Gabriel’in kaleme aldığı aile biyografisi Aşk ve Kapital – Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu’nun belkemiğini oluşturuyor.
Kuşkusuz her biyografi bilgi ve belgeye dayalı olmalı; biyografi yazarı da araştırmacı kimliği taşımalı. Ondan ötesi biyografi yazarlarından, yaşam öyküsünü ele aldıkları kişi ya da kişilere insani bir derinlik kazandırmalarını; bulmacanın parçalarını bakış açımızı genişletecek şekilde bir araya getirmelerini de bekliyoruz.
Mary Gabriel’in Aşk ve Kapital – Karl ile Jenny Marx ve Bir Devrimin Doğuşu başlıklı aile biyografisi bu yönüyle çok başarılı bir çalışma.
Marx ailesi üyelerinin altmış yıldan uzun bir süre boyunca birbirlerine ve dostlarına yazdıkları binlerce sayfadan oluşan mektupları, araştırmanın belkemiğini oluşturuyor.
Aile bireyleri yazışmalarını İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinde, araya İtalyanca, Latince ve Yunanca serpiştirerek yapmışlar. Mary Gabriel, çoğu henüz gün yüzüne çıkmamış olan mektuplara erişebilmek için Moskova arşivlerinden önemli ölçüde yardım aldığını belirtiyor.
Buradan edindiği bilgileri, dost ve tanıdıkların yazdığı, Marx’lardan söz eden mektup ve hatıratla desteklemiş. “Bu büyük miktarda belgeyi tarih sırasına göre ve eşzamanlı olarak okudukça, etraflarındaki olaylar geliştikçe, birçok karakterin birbirleriyle olan konuşmalarını duymaya başladım” diye yazmış Önsöz’de…
Sonuçta ortaya çıkan yedi yüz sayfalık bu ilginç kitap, yaklaşık sekiz yıllık emeğin ürünü. Üstelik güzel yazılmış; akıcı dili ve sürükleyici kurgusu sayesinde zevkle okunuyor.
Hikâyenin sıra dışı kahramanları gizlice nişanlandıklarında Jenny von Westphalen yirmi iki, üniversite öğrencisi Karl Marx ise sadece on sekiz yaşında.
“Jenny, taşkın özgüveni ve cesaretiyle karşısında duran, zekâsının gücüne (bu kayda değer gücün ve zekânın kendisini nereye götüreceğinden emin olmasa da) yürekten inanmış, kendinden dört yaş küçük bu genç adamda idolünü buldu” diyor Mary Gabriel.
Aşklarının “imkânsız”lığı, hem Karl’ın bir aile geçindirecek koşullara sahip olmamasından hem de iki aile arasındaki toplumsal düzey farkından ileri geliyor. Karl Marx’ın babası, mesleğini icra edebilmek için Luteryen inancına dönmüş Yahudi asıllı bir avukat. Jenny ise varlıklı, aristokrat bir aileden; genç kadının babası sosyalist düşüncelere ilgi duyan bir baron.
JENNY VE KARL’IN KIZLARI: “ŞİRİN, ÇİÇEK AÇAR, NEŞELİ”
Evlenmek için beş yıl beklemeleri gerekse de Karl ile Jenny kavuşuyorlar sonunda. Toplam yedi çocukları dünyaya geliyor. Ne var ki sağlıksız yaşam koşulları, yoksul beslenme, yetersiz tedavi gibi nedenlerle çocuklardan üçü henüz bebekken, Edgar isimli oğulları da sekiz yaşlarında veremden hayatını kaybediyor. Sadece üç kızları kalıyor hayatta: Jenny, Laura ve Eleanor.
Marx’lar, 1843 yılı sonlarında Almanya’yı siyasi nedenlerle terk etmek zorunda kalınca, bir süre Paris ve Brüksel’de yaşıyorlar; Prusya hükümetinin baskıları sonucunda buradan da atılarak 1849’da İngiltere’ye iltica ediyorlar.
Annesiyle aynı adı taşıdığı için Jennychen diye çağırdıkları en büyük kızları Paris’te doğuyor; Laura Brüksel’de, Eleanor ise Londra’da. Belli ki çocuklar Marx çiftinin hayatındaki bir iki mutluluk kaynağından biri.
Bütün o parasal sıkıntılara, taşınma travmasına, siyasal baskılara, soğuk ve açlığa rağmen Jenny kızlarını “şirin, çiçek açan, neşeli ve morali yüksek” olarak tarif ediyor.
Marx’ı izlemekle görevlendirilen Prusyalı bir ajan, ailenin Londra’daki yaşamının çok canlı bir tasvirini raporlamış. Rapor, Marx’ın üç çocuğunun da gerçekten güzel olduğunu ve Marx’ın, yabani ve huzursuz karakterine rağmen bir baba ve koca olarak “en nazik ve yumuşak erkeklerden biri” olduğunu söylüyor.
Ne var ki Londra’nın en berbat – dolayısıyla en ucuz – semtlerinden birinde yaşıyorlar ve içinde yaşadıkları iki odalı apartman dairesi hercümerç içinde:
“Dairenin içinde tek bir temiz ya da sağlam mobilya bulunmuyor. Her şey kırık, eski püskü ve yırtık pırtık. Eşyaların üzerinde bir parmak toz birikmiş ve her yer darmadağın. Oturma odasının ortasında muşambayla kaplı eski model büyük bir masa bulunuyor ve üzerinde el yazmaları, kitapları ve gazeteleri serili. (…) Üç bacaklı bir sandalye var, bir diğerinde çocuklar aşçılık oynuyor ve bunun dört bacağı yerinde. Misafire sunulanı da bu, ancak çocukların oyunu tam temizlenmediğinden, oturmak bir çift pantolona mal olabiliyor.” Öte yandan Marx ve Jenny bunların hiçbirinden mahcup görünmüyorlar: “Bir şekilde, evin kusurlarını örten hoş ve canlı bir sohbet başlıyor, bu da konforsuzluğu katlanılabilir kılıyor. Sonunda karşınızdakilere alışıyor ve onları ilginç ve değişik bulmaya başlıyorsunuz. İşte baş komünist Marx’ın aile yaşamının gerçek resmi böyle.”
‘MARX AİLESİNDE KADINLAR OLMASAYDI…”
Mary Gabriel, Marx ailesini oluşturan bireylerin kişiliklerine, duygu dünyalarına, ev içi yaşamlarına odaklanan bir araştırma yürütmüş. Aslında çalışmayı özgün kılan da bu yaklaşım.
Şimdiye dek Karl Marx’ın gölgesinde kalmış olan Jenny Marx ve üç kızı, hem mektupları aracılığıyla hem de biyografi yazarının duygudaşlığı sayesinde kendi seslerine kavuşmuşlar. Özlemleri, tutkuları, sevinç ve kederleri olan bireyler olarak ete kemiğe bürünmüş halleriyle çıkıyorlar karşımıza…
Bu kadınlar hiç kuşkusuz Karl Marx’ın ve onun kadim dostu Engels’in yürüttüğü siyasi davanın en büyük destekçileri. El yazmalarını temize çekiyor, çeviri yapıyor, dünyanın dört bir yanından gelen konukları ve yoldaş mültecileri ağırlıyorlar.
Anlaşıldığı kadarıyla kişisel ihtiyaçları ve talepleri nadiren öne çıkabilmiş. En önemlisi de işçi sınıfının devrimine tanıklık ederken türlü bedeller ödemişler. Mary Gabriel’in sözleriyle, “Marx ailesinde kadınlar olmasaydı Karl Marx var olmazdı ve Karl Marx olmasaydı, dünya bugün bildiğimiz dünya olmazdı.”
MARX ÇAĞI: 19’UNCU YÜZYILIN PANOROMASI
Aşk ve Kapital’in bir aile biyografisi olması, tarihsel arka planın ihmal edildiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, Marx ile Engels’in müdahil olduğu ya da dikkatle izlediği tüm siyasi gelişmelere ve birçok tarihsel figüre yer verilmiş kitapta.
On dokuzuncu yüzyılın damgasını vuran 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü de dahil olmak üzere, nerede bir grev, ayaklanma ya da özgürlük hareketi varsa pür dikkat izliyorlar. Yazdıkları mektup ve metinlerin, oturma odasındaki sohbet ve tartışmaların başlıca konusu bunlar.
Mary Gabriel, Karl Marx’ın kaleme aldığı kitapların hangi koşullarda ve ne maksatla yazıldığını, tarihsel bağlamını, ilgili kamuoyu tarafından alımlanışını (çoğu zaman göz ardı edilişini) titizlikle aktarmış.
Külliyatın kuşkusuz en önemli yapıtı, araya giren sağlık sorunları ve parasal sıkıntılar nedeniyle yazımı on altı yıl süren Kapital. 1867’de Hamburg’da ilk cildi yayımlandığında neredeyse hiç ilgi görmeyince Marx’ın, “Kapital, yazarken içtiğim puroların parasını bile çıkarmayacak” diye yakındığı biliniyor.
Bu hikâyeyi çarpıcı kılan şey ise bugün, Kapital’in yazılışından yüz elli yıl sonra, kapitalizmin krizlerini anlamak için “Marx’ın çalkantılı beyninde bir fırtına gibi mayalanan” ve zamanında pek az kişinin anladığı düşüncelerine başvuruyor oluşumuz.