68 kadını evlilik vaadiyle dolandıran Eyüplü Halit
Eyüplü Halit’in kötülüğü ulusal sınırlarımızı dahi aştı. Zor zamanlarda toplumdaki cadı avından yararlanarak masum insanların malını gasp etti. Oysa bugün yaptıkları dilden dile efsane gibi anlatılıyor.
Khaled Hosseini meşhur “Uçurtma Avcısı” isimli eserinde şöyle bir ifadeye yer verir:
Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. Bir adamı öldürdüğünde bir hayat çalarsın. Karısının onun üzerindeki hakkını, çocuklarının babaları üzerindeki hakkını da. Yalan söylediğinde birinin gerçeği bilme hakkını çalarsın. Çalmaktan daha alçakça bir hareket yoktur.
Hırsızlığın en yaygın türü ise dolandırıcılıktır. Bu terim hukuk dilinde şöyle ifade ediliyor:
…bu suçta fail, hileli hareketlerle mağduru gerçeğe aykırı hal ve vakaların varlığına inandırarak belirli bir fikir ve hayaller oluşturarak amacına ulaşır.
Dolandırıcılığın halk arasındaki bilinen adı ise “güveni kötüye kullanma suçu” çünkü bu suçta faillerin en büyük silahı güvendir.
Sülün Osman 1961 yılında yakalandıktan sadece bir sene sonra 1962 yılında hapishanede yüzlerce mahkûma “Alın teri ile yaşamak” konulu konferans verecek güveni tekrar tesis edebilmişti.
Bu silahı kullanan tek kişi Sülün Osman değildi tarihimizde hikâyeleri polis ve jandarma zabıtlarıyla sınırlı kalmamış geniş bir sahtekâr literatürü söz konusudur.
Parasız ressam Yıldız Sarayı’nı dolandırmaya kalktı
Cumhuriyet Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Yüksel’in belgelerini yayımladığı en önemli sahtekârlarımızın başında Yani Kapoçi geliyor.
Kapoçi, hünerli bir ressamdı fakat gerekli eğitimi bulunmayan genç bir Rum’du.
Ressamlıkta ilerlemek isteyen Kapoçi, bunun için Paris’e gitmek istedi fakat gerekli parası yoktu.
Günlerden bir gün aklına hınzır bir fikir gelen genç sahtekâr, Hariciye Nezareti’ne bir mektup yazarak başta Sultan Abdülhamid olmak üzere devlet ricalini ilgilendiren birçok önemli mesele hakkında hayati sırlara sahip olduğunu iddia etti.
Bu mektuplar Hariciye Nazırı Ahmed Tevfik Paşa’nın dikkatini çekti ve ilgilenilmesini istedi.
Hayatının tehlikede olduğunu iddia eden Kapoçi, Dışişleri Bakanı Ahmed Tevfik Paşa’ya İstanbul’a gelebilmek için kendisine dönemin parasıyla 150 lira göndermesini rica eder ve bundan pişmanlık duymayacağının garantisini verir.
Tevfik Paşa parayı göndermez ama Kapoçi’nin iddialarının araştırılması için Atina’daki Osmanlı elçiliğine talimat gönderir.
Kapoçi mektubunda şu ifadelere yer vermişti:
…Daha önce de arz eylediğim şekilde, Padişah aleyhine ve aleyhinize bir fesat tertip edildiğini haber aldım. Bu vesileden istifade ederek, birtakım fesatçıya değil, ancak Padişah ile Osmanlı Devleti’ne hizmet etmek istiyorum. Bu hizmeti gerçekleştirmeyi başarmak suretiyle uygun bir istikbal temin etmek niyetindeyim. Padişahın ülkesinde önemli hizmetlerde bulunacağım noktasında hiçbir şüphe taşımıyorum.
İmparator Üçüncü Napolyon’a ilişkin bir tarih kitabında okumuştum. Aşağı tabakaya mensup halktan olan bir İtalyan imparatora güzel hizmetlerde bulunmuş olduğundan Napolyon onu yanından hiç ayırmamıştır. İşte bendeniz de o İtalyalı’yı taklit etmek istedim. Size maruzatımı takdim etmekteki aciz maksadım budur. Yoksa 150 lira kazanmak falan değildir.
Zaten o miktarda bir parayı herhangi bir tehlikeye bulaşmadan ve sadece kendi sanatımı icra ederek 5-6 ay zarfında kazanabilirim. Bu hususu dikkate alarak talep ettiğim paranın zaman kaybedilmeksizin gönderilmesine onay vermenizi ısrarla yineler ve bundan pişmanlık duymayacağınızı aynı şekilde temin ederim. Zaten tereddüde sebep olacak kadar büyük bir meblağ değildir.
Benim anlatacaklarım belki sadece bir ağacın dalı budağıdır. Unutmayınız ki ağaç budanırsa dalların yerine yenileri çıkar, hâlbuki ağaç kesilirse dallar budaklar da kurur. Bu münasebetle bir kez daha tekrar edeyim, parayı gönderiniz ve tanınmış birisi değilim diyerek herhangi bir tereddüde düşmeyiniz.
Düşününüz ki bir fare, bağlarını dişleriyle kemirerek kurtardığı aslana lütufta bulunabiliyor. Dolayısıyla, buradan küçüklerin de büyük hizmetler gerçekleştirebilecekleri neticesi çıkıyor.
(Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi)
Genç ve sahtekâr ressamın iddiaları Dışişleri Bakanı tarafından oldukça ciddiye alındı.
Konu üzerinde dikkatle eğilen elçilik 7 Mart 1902 yılında bakanın vehmini gidermek üzere şu cevabı yazacaktı:
İddiasını ortaya atalı 5-6 ay geçmiş olmasına rağmen, henüz Kapoçi’nin bildiğini iddia ettiği musibetler -her ne ise Allaha hamdolsun ki- hiçbirisi meydana gelmemiştir. Mademki ifşa edeceği sırlar o denli bir öneme sahiptir, o halde kendisi neden bu önemliliği hissettirmek emeline düşmeyerek yapılan davete rağbet etmemiş ve konu hakkında bir nebze de olsa bilgi verme lüzumu hissetmemiştir?
Çizdiği bu görüntüden ve kendisinin adeta serseri grubuna mensup olanlardan bulunmasından hareketle bildiğini iddia ettiği sırrın kıymetli olmadığı ve maksadının para kapmak olduğu anlaşılıyor. Eğer bu mütalaam ve önceki tahkikatım takdir edilmezse talep ettiği parayı ödeyerek ondan gizli olduğunu iddia ettiği bilginin alınması Padişahın emir ve görüşüne bağlıdır.
Fakat Atina elçisi Hariciye Nazırının endişelerini tamamen giderememiş olacak ki 18 Mart 1902 yılında ikinci bir mektup daha yazmak zorunda kalacaktı:
Bazı imparatorluk ricaline ilişkin olarak ve tesadüf eseri öğrendiği sırları bildirmek arzunda bulunduğundan bahisle, doğrudan doğruya iletişim kurabileceği birisinin görevlendirilmesine ve kendisine 150 lira gönderilmesine dair nezaretimize daha evvel Ressam Kapoçi imzasıyla iki Rumca mektup ulaşmıştı.
Bunun üzerine onun hüviyet ve maksadının gizlice araştırılması Atina Elçiliği’nden istendi. Elçi Beyefendi cevap olarak kaleme aldığı yazılarında, yürütülen tahkikat neticesinde Kapoçi’nin sözüne itimat edilmez sıradan bir ressam olduğunun, bu münasebetle maksadının sadece hileyle para koparmaktan ibaret bulunduğunun gün yüzüne çıkarıldığını bildirmiştir.
Osmanlı Devleti Dışişleri Bakanı, Tansu Çiller’in düştüğü tuzağın bir benzerine düşmekten Atina elçimizin feraseti sayesinde kurtulmuştu.
68 kadını evlilik vaadiyle dolandıran Eyüplü Halit
Eyüplü Halit ile ilgili literatürde ciddi bir kaynak bulunmaz. Konu ile ilgili ünlü modacı George Mayer’in hatıratından birkaç satıra göz atalım:
Giyimine çok önem veren, en az 60 yaşında, ufak-tefek zayıf bir adamdı. Jilet gibi ütülü gezer, kravatında inci ve pırlantalı iğne asla eksik olmaz, daima gümüş kabzalı dandy bir bastonla dolaşırdı. Zaman zaman mağazamıza gelir, en pahalı giysilerden, en zarif kravatlardan alırken, gerçekte biz onun güzel kasiyerimizle ilgilendiğinden şüphe ederdik.
Birgün yine bu defa yanında hoş bir hanım olduğu halde gelmişti. Kız kardeşim diye tanıttığı kadın alışveriş yaparken, o benim yazıhanemde köpüklü kahvesini höpürdetiyordu. Sonra çok pahalı bir ipek gömlek beğendi. Bir binlikle ödemeyi yaptı. Ona para üstüyle paketi verildiğinde bana döndü ve şöyle dedi:
-Kız kardeşimin bir gömlek için bu kadar para harcadığımı görmesini istemiyorum. Bunu çabucak eve götürüp beş dakikada dönerim.
Fakat dönmedi. Genç bayanın huzursuzluğu artıyordu ve sonunda birlikte kahve içtiğim adamın kim olduğunu sordu.
– ‘İsmini bana mı soruyorsunuz, kim olduğunu sizin bilmeniz gerekir’, dedim şaşırarak.
Kadın ağlayarak
– ‘Hayır, bana sadece filo kaptanı olduğunu söyledi.’
Sonra hikâyenin gerisi çorap gibi söküldü:
Anadolu’dan önceki gün gelmiş ve bu beyle tren istasyonunda tanışmış. Birlikte önce muhallebiciye gitmişler. Akşama doğru sahte kaptan buna evlilik teklif etmiş. Ertesi gün sabahın köründe buluşup mağazamızdan kıyafet almak üzere yola koyulmuşlar. Ancak gelmeden önce bankaya uğramışlar. Kaptan alışveriş için para çekecekmiş. Fakat çok erken olduğundan banka henüz açılmamış. Bunun üzerine kadın kaptana bin lira borç vermiş.
Sonrasını biliyorsunuz, mağazamıza geldiler ve adam ipek gömlekle ve binliğin geri kalanını alıp kaçtı gitti. Zavallı kadın hıçkırıyordu. Sonunda çağrılan polis kendisine, evlilik vaadiyle şimdiye kadar 68 gelin adayını dolandırmış olan meşhur Eyüplü Halit’in son kurbanı olduğunu söylendiğinde artık onu sakinleştirmek mümkün değildi.
Bir gün Emniyet’ten aranıp bize uzun süredir aranan dolandırıcının sonunda yakalandığı bildirildi. Şirket müdürü, satış elemanı ve tezgâhtar kızla birlikte dolandırıcıyla yüzleşmek üzere İkinci Şube (Sansaryan Hanı), üçüncü kat, dördüncü odaya davet edildik. Fakat yanlışlıkla bir kat fazla çıkıp üçüncü odaya girmişiz. Burada 15 yaşında bir yankesiciyi döverek gerçeği bulmaya çalışan dev gibi bir polisle karşılaştık. Nefretle orayı terk ettik.
Doğru odayı bulduğumuzda tezgâhtar kızın bütün vücudu hâlâ titriyordu. Polis meseleyi kadının bin lirasını geri vermemi isteyerek halletmeye çalışıyordu. Tabiî kabul etmedim. Bunun üzerine beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, horlayan bir sesle ‘Niçin bu kadar kötü Türkçe konuşuyorsunuz?’ dedi. ‘Çünkü Türk değilim, Avusturya vatandaşıyım’ dedim.
Beni bir kenara bıraktı, müessese müdürümü yanına çekti. Ancak onun Türkçesi benimkinden de beterdi. Bunun üzerine satış elemanımı sorgulamaya başladı. Fakat o da Korfu doğumlu bir Helen’di. Polis nihayet tezgâhtar kıza dönerek, ‘Allah aşkına sen nesin?’ dedi. Zavallı kız da korkarak Rum olduğunu söyleyince artık polisin gözlerinde şimşekler çakmaya başlamıştı.
Sonra bir zile bastı ve dolandırıcıyı karşımıza getirdiler. Ama küçük adam ne kadar değişmişti! Sanki bir boy küçülmüştü ve tanınmaz haldeydi. Boğazında bir zamanlar beyaz olan kan bulaşmış bir sargı bulunuyordu. Yüzünde gözünde morarmış şişkinlikler ve artık perişan ağzında dört kırık diş görünüyordu.
Polis önce yüzüne tükürdü ve sonra avaz avaz bağırmaya başladı:
– Sen Eyüplü olamazsın. Eyüp Türklerin mübarek bir semtidir. Eyüp’ten senin gibi adam çıkmaz. Sen Türk değilsin, sen bir gâvursun. Bir daha sakın ha Eyüp’ün adını anma!
Sonra bize döndü ve şöyle dedi:
– İşte Türk olduğunu öne süren ama olmayan suçluların akıbetini görüyorsunuz. Zira hakiki Türkler hırsız ve suçlu değildir. Onlar dolandırıcı değildir ve başkasının parasından menfaat sağlamazlar. Siz ecnebilere gelince! Bu seferlik gidebilirsiniz, ama yakında çalıntı malda hayır olmadığını öğrenmezseniz, sizin sıranız da gelecektir.
İfadelerimizin alınması bitmişti. Bir buçuk saat sonra tekrar sokağa çıktığımızda tutuklanmamız halinde yardım etmek üzere adeta bir kurtarma ordusu birliği gibi dışarıda bizleri endişeyle bekleyen yakınlarımız tutuklandığımız rivayetinin ateş hızıyla yayıldığını anlattılar.
Halbuki gerçekten yardıma ihtiyacı olan Eyüplü Halit’ti. Birkaç ay sonra gazetelerden ünlü dolandırıcının hapishanede öldüğünü okuduk. Umarım Eyüplü Halit daha iyi bir dünyaya intikal etmiştir, orada her ne kadar evlilik vaadiyle hanımları kandırmasına izin verilmeyecek olsa da.
(Georg Mayer, Türk Çarşısı – Şark’ta Ticaretin Püf Noktaları)
Rıfat N. Balı’nın “Cumhuriyet Tarihi” isimli eserinde bahsettiği Eyüplü Halit isimli dolandırıcının yaptığı sahtekârlık ise ülke sınırlarının ötesine ulaşan bir durum arz ediyordu.
Eyüplü Halit kayıtlı 68 kadını evlenme vaadiyle kandırıp paralarını çalan bir sahtekârdı. Bu davaları dönemin gazeteleri büyük bir ilgiyle takip ediyordu
Dün Ağır Ceza Mahkemesi’nde meşhur kadın dolandırıcısı Eyüplü Halit’in muhakemesine başlandı. Halit her zaman olduğu gibi çok şık giyinmiş ve tıraş olmuştu. Ancak davacılarla şahitlere yapılan tebligatta sehven 9 Şubat denildiğinden dava zarureten ayın 9’una talik olundu. Halit iki kadından zorla para almaktan maznundur. Halit mahkemeden evvel bir muharririmize şunları anlatmıştır:
– Allah’tan oldu da ağır cezaya geldim. Burada her şeyi anlatırım. Herhalde beraet kararı alacağım. Yalnız iki aylık mahbusiyet yanıma kâr kalacak. Bir iftira yoluna yatıyoruz. Asıl dava geçenlerde Sabri Bey’in reisliği zamanında olmuştu. Tam 50 tane ecnebi kadın davacım vardı. Hepsi bir dilden anlatıyor. İnsan öyle davalardan zevk alıyor ve uğraşıyor. Ben bu sefer işe ehemmiyet vermedimdi. Ne ise kaderde dost iftirasile yatmak da varmış. Kadın sulh hakiminde hem beni tanımadığını söyliyor ve hem de boynundaki madalyondan resmimi çıkarıp iade ediyordu.
Rıfat Balı’nın iddiasına göre Eyüp Halit’in dolandırdığı kişiler arasında yalnızca içli genç kızlar yoktu, İtalya’nın faşist lideri Mussolini de Halit’ten payını almıştı.
İddialarını dönemin önemli emniyet komiserlerinden Yaşar Danacıoğlu’na dayandıran Balı, şunları aktarıyor:
Eyüplü Halit, Mussolini’yi dolandırıyor. İtalya’nın en büyük, o devrin Avrupa’nın ikinci büyük lideri. ‘Ben’ diyor ‘size olan sempatim, size olan sevgim, sizin düşüncelerinizi beğenmemden ötürü Sultanahmet Cezaevinde’yim’ diyor. Çoluk çocuğum aç diyor evde. Bana yardım edin diyor. Bu da bunu İtalyanca yazıyor çünkü koğuşta, beraber yattığı koğuşta bir İtalyan kasa hırsızı var. Eyüplü Halit’de okuma yazma yok ama biraz Fransızca biliyor. Tabii Giritli Rumca biliyor. Bu İtalyan’ı görünce Türkiye’nin ortamı da müsait. ‘Binito Mussolini, duçe, Roma-İtalya’ böyle bir mektup attırıyorlar.
On beş gün sonra İstanbul başkonsolosu İtalyanların, başsavcı, vali muavini Sultanahmet Cezaevi’ne gidiyorlar. Duçe’nin, Mussolini’nin parasını getiriyorlar. Cezaevi müdürü diyor ki, ‘Bu diyor beynelmilel sabıkalı, dolandırıcı Halit diyor, Eyüplü Halit. Bu ne anlar faşizmden…’ Çağırıyorlar, gel buraya. Anlatıyor, ‘Ben parasızdım, İtalyan kasa hırsızını görünce aklıma bu geldi’ diyor.
(Bankalar Caddesi Sergisi vesilesiyle Yaşar Danacıoğlu ile yapılan görüşme, 14 Eylül 2000.
Görüşen ve bandı çözen kişi Jaklin Çelik. Kaynak: Esra Danacıoğlu arşivi)
Sülün Osman’a atfedilen suçlar aslında Eyüplü Halit’in mi?
Emekli Emniyet Amiri Yaşar Danacıoğlu’nun iddiasına göre, esasen Sülün Osman’a atfedilen suçların gerçek faili Eyüplü Halit’tir.
Bu doğru ise Sülün Osman bizleri bu suçların kendisine ait olduğuna inandırarak hala dolandırmaya devam ediyor demektir:
Eyüplü Halit, akla hayale gelmez işler yapmıştır. Kuleyi, Eminönü’ndeki saat kulesini satan Sülün değil, Eyüplü Halit’tir. Bu adam Osmanlı’dan devrolmuş bir dolandırıcı. Osmanlı’da da sabıkası var. Girit kökenlidir. Çok güzel Rumca konuşur. Türkçe okuma yazması yok ama Fransızcası fevkalade. Mesela bakın ne yapıyor:
İstanbul’un işgal altındaki son günleri… Türk ordusunun şehre girmesine üç-dört gün kalmış. Eyüplü Halit, arkadaşı Arap Abdullah’la birlikte Feridiye semtinde bir ev kiralayıp kendine bir ‘karakol’ açıyor. Kentte o zaman tam bir otorite boşluğu olduğu için kimse de bunu garipsemiyor. Kendisi ‘komiser’, Abdullah da ‘bekçi’ rolünü oynuyor. Eyüplü Halit, Arap Abdullah’ı bölgede oturan paralı Rumlara gönderip ‘karakola’ çağırtıyor ve kızgın komiser rolünde onları sıkıştırıyor: ‘Masum insanları ihbar edersin ha? Göstericem gününü!’
Arka odayı da nezarethane dekorunda düzenlemişler. Adamları ‘nezarete’ attırıp ‘bekçi’ Arap ‘Abdullah’ı yanlarına gönderiyor. Diyor ki orada Abdullah: Aslında komiser göründüğü kadar hiddetli değildir, hani şöyle birkaç kuruş sıkıştırsan…’
İki üç gün içinde zengin Rumları bu numarayla soyuyorlar. Türk Ordusu şehre girmeden bir gün önce de bu ‘karakol’ kendiliğinden kapanıyor. Eyüplü Halit cezaevinden çıkmasına bir gün kala, kaldığı koğuşa yeni bir mahkûm giriyor. Eyüplü Halit yeni mahkûmu merdivenlerin altındaki odunluğa götürüp, ‘Bak kardeşim. Bu koğuşun sobası bana ait ama ben yarın çıkıyorum. Sobanın yanmasından ben sorumluyum ve her gün diğer mahkûmlardan 5’er kuruş alarak yolumu bulurum. Seni sevdim, 15 lira verirsen bu sobayı sana satarım’ diyor.
Yeni mahkûm Eyüplü Halit’e 15 lira veriyor. Eyüplü Halit ertesi gün cezaevinden ayrılıyor. Yeni mahkûm ise işe koyulup sobayı yakıyor. Diğer mahkûmlar ise şaşkın şaşkın ‘Ne iyi adam, kendi kendine sobayı yakıyor’ diyor.
Eyüplü Halit’in serencamı bu idi. 68 masum kadının hayalleri ile oynadı, rivayetlere göre içlerinden bazıları canına kıymaya kalktı. Kötülüğü ulusal sınırlarımızı dahi aştı. Zor zamanlarda toplumdaki cadı avından yararlanarak masum insanların malını gasp etti. Oysa bugün yaptıkları dilden dile efsane gibi anlatılıyor./ Independentturkish/ Mehmed Mazlum Çelik