Alevileş(tiril)miş Ermeniler 100 yıllık öykülerini anlatıyor
Kazım Gündoğan’ın kaleminden çıkan “Alevileştirilmiş Ermeniler – Biz İsa’ya Tabiyiz Ali’ye Mecburuz” kitabı 72 Dersimli Ermeni ve 12 Dersimli Alevinin öykülerine yer veriyor
Kazım Gündoğan’ın “Alevileştirilmiş Ermeniler – Biz İsa’ya Tabiyiz Ali’ye Mecburuz” kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı.
72 Dersimli Ermeni ve 12 Dersimli Alevinin öykülerine yer verilen belgesel kitapta Yusuf Halaçoğlu’nun yıllar önce ortaya attığı “Alevi Kürtler Ermeni’dir” tezine bir yanıt niteliğinde.
Kitabın yazarı Ermeni halkının, Dersim coğrafyasının en eski halklarından biri olduğunu, Alevileştirilmiş Ermeniler olduğunu, ancak bütün Kürt Alevilerin Ermeni olduğu iddiasının ırkçı bir yaklaşım olduğunu söylüyor.
Öykü dinlemeyi sever misiniz? Ben çok severim. Fakat yaşadığımız coğrafyada neşeli, huzurlu öykülerden çok travmalarla dolu yaralı öyküler var. Benim payıma çoğunlukla saklı kalmış yasaklı ve yaralı öyküler düşer dinler, toplar, anlatır ve taşırım onları…
Dersim’le ilgili film ve kitaplarıyla tanıdığımız Kazım Gündoğan “Alevileştirilmiş Ermeniler-Biz İsa’ya Tabiyiz Ali’ye Mecburuz” kitabına bu sözlerle başlıyor ve bizi sahiden de aradan 100 yılı aşkın zaman geçse de hala yarası kanayan öykülerle buluşturuyor.
Öykü dediysek, kurgu sanılmasın hepsi gerçek hepsi yaşanmış hepsi halen yaşanan öyküler bunlar.
Gündoğan, bu öykülerin peşine düşmesini ise çocukluğunun belleğiyle anlatıyor:
Pek çok köyünde kilise kalıntısı, manastır harabesi veya Ermenice isimleriyle anılan tarlaları, dereleri, tepeleri olan bir coğrafyada doğup büyüdüyseniz, konu açıldığında hâlâ anlatılan Ermeni öyküleri dinlediyseniz, her mezar taşının altını, kilise duvarının dibini, define (Ermeni altını) bulacak diye tekrar tekrar yıkan, talan edenlerden ‘define efsaneleri’ dinlediyseniz, ‘buralarda eskiden Ermeniler varmış, hatta falancanın nenesi Ermeni’ymiş’ öykülerinden beslendiyseniz işiniz zordur ve iflah olmazsınız.
Resmi tarih yazımının esas olarak faillerin anlatımına dayandığını söyleyen Gündoğan bu türden bir tarih yazımında hiçbir mağdur anlatımının olmadığına dikkati çekerek, “Biz İsa’ya Tabiyiz, Ali’ye Mecburuz” kitabının bir mağdurlar tarihi olduğunu şu sözlerle aktarıyor:
Failler uyguladıkları politika ve işledikleri suçları tutanaklar, raporlar, mektuplarla kayıt altına alır. Bunlar faillerin kurumsal mekanizmaları tarafından arşivlenir ve yıllar sonra ‘tarihsel belge’ veya ‘tarihsel arşiv’ olarak kullanıma sokulur. Devletin birer memuru gibi çalışan pek çok tarihçinin kirli ve karanlık tarihi yazmakta kullandığı ‘belgeler’ çoğunlukla bunlardan oluşmaktadır. Resmî tarihçiler asla mağdurların anlatımlarına başvurmaz. Çünkü onlar egemenin, katledenin tarihini yazmaya memur edilmiştir.
Yeni kitabının parçalanmış yerel hafızayı örerek gerçeğe ulaşma bilinci ve yüzleşme kültürünün de gelişmesine katkı sağlayacağını umudunu belirten Gündoğan ırkçı-şoven çevrelerin hem Ermeniler hem de Alevi/Kızılbaşlara yönelik nefreti, azami ölçüde körüklemek amacıyla, “Dersimlilerin büyük bölümü Ermenilikten dönmüştür” söyleminin hastalıklı olduğunu, nefret içerdiğini söylüyor.
Gündoğan, bazı Ermenilerin de yaşanan soykırım sonucu her yerde kök arama kaygısıyla, “Dersimlilerin çoğu Ermeni kökenlidir” şeklindeki söyleminin de son derece tartışmalı ve problemli olduğu düşüncesindeyim” diyor.
1915’te devletin yanında yer alarak doğrudan soykırıma katılan birkaç aşiret olmakla birlikte, Dersimlilerin büyük çoğunluğunun kadim komşuları Ermenileri devlete teslim etmedikleri gibi başka bölgelerden kendilerine sığınanları koruduğunu söyleyen Gündoğan ama Dersimlilerin de homojen olmadığına ve utanılacak şeylere imza attığına da dikkati çekiyor.
“Aleviler çıkarmasın diye annemin mezarına beton döktüm”
Gündoğan’ın bahsettiği utanılacak öykülerden biri Murat Demir’e ait.
Almanya’da yaşayan bir Dersim Ermeni’si olan Murat Demir’in kitapta bir hayli uzun yer alan öyküsünün en çarpıcı yerlerinden biri annesinin mezarı hakkında daha doğrusu annesinin yıllar önce toprakla bir olmuş ölü bedenine dair.
Demir, bu korkusunu şöyle anlatıyor:
Annem öldüğünde küçüktüm, babama dedim ki
‘Anamı kilisenin bir köşesine gömelim.’
Kiliseye gömdük anamı… 67 senesinde gittim, 50 santim yüksekliğinde beton döktüm üzerine, Aleviler çıkarmasın diye.
Aleviler/Kürtler, bizim bütün kutsal mekânlarımızı ‘altın bulacağız’ diye yok ettiler. Yanlarına kalmasın!…
Kilisenin taşlarını söküp, mezarların taşlarını toplayıp orada ilkokul yapmışlar. O okul da çökmüş… Kimsenin ahı kimseye kalmaz.
Kazım Gündoğan, Dersim’de Ermenilere yönelik ayrımcılığın temelinde mülkiyet ilişkisinin yattığına işaret ediyor:
Zımek köyünde yaptığım bir röportajda bir Alevi anlatmıştı. Dedi ki,
‘1938’den sonra geriye kalan birkaç Ermeni aile vardı, çok geniş arazileri vardı, evleri köyün en büyük eviydi. 38’den sonra geldiklerinde burada kilise duruyordu hala. Bir gün oğlum koştu geldi, dedi ki Agop amca duvarın dibinde ağlıyor. Koştum gittim. Bizim de çok iyi dostumuzdu. ‘Agop ne oldu sana, niye ağlıyorsun’ dedim. Dedi ki, ‘Baksana kiliseyi yıkıyorlar.’ Ben de ‘Agop bunda ağlanacak ne var, zaten yıkılmış, orada ibadet yapmıyorsunuz, zaten sen Alevi olmuşsun.’ Döndü bana dedi ki, ‘Hızır’ın evini yıksalar sen ağlamaz mısın.’
Kazım Gündoğan o olaydan sonra Agop’un ortadan kaybolduğunu ve büyük olasılıkla nehre atlayarak intihar ettiğini belirtiyor:
Ermeniler, sahipleri oldukları toprağın marabası olmuşlar ve her halde bunu gönüllü yapmamışlardır değil mi? Aklı vicdanı olan her insanın bu durumu, bu geçişi analiz etmesi gerekiyor. Alevi oluyorlar, pirleri geliyor, çıralıklarını veriyorlar, sünnet oluyorlar ama çocukları kavga ettiğinde ‘Dole Hermeni, Çene Hermeni’ yani Ermeni dölü diye aşağılanıyorlar. Bazıları çocukluğunda Ermeni olduğunu bilmediklerini, bu tür aşağılamalarla öğrendiğini anlatıyor.
“‘Ermeni dölü’ sözünü duya duya Ermeni olduğumu öğrendim”
Dersimli Ermenilerden, bir keşiş torunu olan Dikran Göz o isimlerden.
Göz 1938’de bir sürgün çocuğu olarak Antalya’da doğuyor. Birkaç günlük kundak çocuğu iken ailesi, köklerine dönüş için Dersim yolculuğuna çıkarıyor.
Aile Dersim’de tutunmaya çalışıyor köklerine. Ancak “Dole Hermeni” (Ermeni dölü) söyleminde cisimleşen “yerel kötülük” nedeniyle tutunamıyorlar ve Dikran oradan bir kez daha kopmak zorunda kalıyor.
Dersim’de tutunamasa da o Dersim’i kendi anavatanı görüp orada nefes alabildiğini, her fırsatta oraya dönmek istediğini söylüyor ve maruz kaldığı ayrımcılığı, aklında kaldığı haliyle şöyle naklediyor:
‘Dole Hermeni!’ yani ‘Ermeni dölü!’ derlerdi, dayak atarlardı, küfrederlerdi… Toplumda bizi soyutluyor ve aşağılıyorlardı. Biz çocukken Ermeni’nin ne olduğunu bilmezdik, ‘Ermeni çocuğu!’ dedikleri zaman bir tuhaf oluyorduk, bilmiyorduk çünkü!… Büyüklerimiz anlatmıyordu. 1950-60’tan önceki dönemlerde büyüklerimiz konuşmazdı. ‘Biz konuşursak, bunlar gider dışarıda konuşur, bir asker ya da bir devlet adamı işitir… Ondan sonra ailemizi yok ederler!’ Böyle gizli bir şekilde yaşamışlar hep.
Dikran Göz, bu yüzden hep bir arada kalmışlık hissiyle yaşadığını söylüyor:
İbadetlerimizde tam arada kalmışız. Aleviliğe yönelik şeyler yapıyoruz fakat kendi öz Ermeni ibadetimizi yapamıyoruz… Çünkü Ermeni kültürümüzü ve kendi inancımızı yaşayamadık. Annemden ve babamdan sonra Ermeni isim konulmamış çocuklara…
Yıllar önce Fransa’ya yerleşen Dikran Göz, kendisi ömrünün son demlerinde hayata geçirse de çocuklarının hepsinin vaftiz olduğunu ve kendilerine Ermeni isimler seçtiklerini anlatıyor:
Vaftiz olduğumda huzur buldum, kendimi güvende hissettim, insan gibi yaşadığımı hissettim. Oysa o güne kadar kendimi ortada kalmışlardan hissediyordum. Nasıl ki, bir deniz topunu atarsın suya, deniz dalga dalga bir o yana bir bu yana çevirir, kendimi hep öyle hissederdim, boşlukta… Babamın ismini aldım: Dikran. Ama nüfusta henüz değiştirmedim, mahkemeye başvuracağım… Çocuklarım da Fransız kimliği aldı, isimlerini değiştirdiler. İsmail’i Samuel, Güven’i Alen, Umut’u Arsen, kızın ismini de Anna yaptık.
Kazım Gündoğan’la sohbetimizde dikkat çektiği bir başka detay ise Ermeniler ile Aleviler arasındaki evliliklerin başlangıcının 1915 ve sonrası olması. Ondan önce iki toplum arasında evlilik ilişkisi yok.
Bunun nedenini ise Gündoğan, şu sözlerle ifade ediyor:
En çok sürgün dönemlerinde başladığına rastlıyoruz, Ermeni-Alevi evliliklerinin. Sürgün yıllarında Ermeni kızları serpildiği zaman, Sünnilere gitmesin diye önce Ermeni arıyorlar, hatta sırf Ermeni diye yaşlılara bile veriyorlar kızları. Ancak Ermeni bulamıyorlarsa Aleviyle evlilik yaptırıyorlar. Normal düzenleri varken aralarında hiç evlilik olmazmış. Yani soykırım öncesi. Ne Aleviler Ermenilere kız verir ne de tersi olurmuş. Fakat soykırımdan sonra Ermeni nüfusu kalmayınca, Alevilerle evlilikler başlamış. İlk zamanlarda Aleviler de istememiş bu evlilikleri, pirler devreye girmiş, bu insanlar artık bizim taliplerimiz demişler ve sulh yoluyla çözmüşler. Pek çok Ermenin şunu söylediğine şahitlik ettim: Bizim bir aşiretimiz yoktu, köksüzdük, kimsesizdik. 68’den sonra devrimci örgütler bizim aşiretimiz oldu.
Evinin duvarında hem haç hem Ali
Kitaba adını veren o çarpıcı “Biz İsa’ya Tabiyiz ama Hz. Ali’ye de mecburuz” sözünü söyleyen Sıtkı Sonar bir Ermeni ve Alevi’nin evliliğinden doğmuş. Annesi Bahtiyar aşiretinden, babası Ermeni.
Tam bir Alevi gibi yaşamasına rağmen, Ermeni olduğu için yaşadığı kötü zamanları unutmasa da Ermenilerin devrinin geçtiğine inanıyor.
Yine de evinin duvarında hem haç hem de Hz. Ali’nin figürü birlikte yer alıyor.
Sonar, bu durumu şu sözlerle dile getiriyor:
Ermenilerin dönemi geçti, kalmadılar. ‘Nu Hermeniyu’ (Bu Ermenidir) derlerdi. Çalışırken bazıları paramızı vermezdi. ‘Yok’ derlerdi. Ben de ‘Yoksa bana eşya al’ derdim.
Yapmazlardı, gülerlerdi… Düştün mü kötü biz düştük, kimsesizdik… Allah kimseyi düşürmesin! Kiliseye gitmişim, kilise deyip geçme. Ama şimdi yıkık, boş, gidip ne yapayım? Ben Ermenice bilmiyorum hiç… Babam biliyordu ama konuşmaya korkuyordu. Ben Ermeni’yim ama Alevi olmuşum. Bütün âdetlerimiz Alevi, anam da Bahtiyar aşiretinden zaten. Çocuklarım İstanbul’da… Hepsi Alevilerle evli… Bizim evin duvarında bir haç var, Hz. Ali’yle yan yana koymuşuz. Biz Haç’a/İsa`ya tabiyiz ama Hz. Ali’ye de mecburi…
Kazım Gündoğan, Ermeni büyüklerin çocuklarına yaşadıkları travmayı aktarmadığını bunun nedeninin de iki soykırım yaşamış bir toplum olmalarından kaynaklandığını öne sürüyor:
1915’in yaraları sarılmadan 1938’i yaşamışlar. Toplum korku içinde, iradesini yitirmiş. Mesela Dersim’de biri güçsüzse, kavga edemiyorsa ‘Neden Ermeni gibi kaçıyorsun’ derler. Tıpkı ‘Ermeni malı’ gibi, bu Dersim’in yerel diline yerleşmiş. Bu yüzden ne inancını koruyabilmiş ne de dinini.
Gündoğan bir 1938’de 14-15 yaşında olan bir Ermeni kadına neden ana dilini unuttuğunu sorduğunda şu yanıtı almış:
Ah oğlum, dedi. Siz Aleviler geriye geldiğinizde burada bir kökünüz vardı, Düzgün Babanız vardı, Munzur Babanız vardı. Onlara tutunarak inancınızı sürdürdünüz. Peki, bizim neyimiz vardı? Ne kilisemiz vardı ne papazımız vardı ne tek kelime Ermenice konuşacak kimsemiz vardı. Kökümüzü yok ettiler, nasıl dil konuşalım, nasıl ibadet sürdürelim?
“Unutma unutma…”
Bazı Ermeni büyüklerin ise yaşadıkları travmayı torunlarına çok acı bir şekilde aktardıklarını ve kendisini en çok etkileyen hikâyenin Dersimli bir Ermeni olan Musa Teyhani’nin aktardığı hikâye olduğunu, ayrıntıların korkunçluğu karşısında gözyaşlarını tutamadığını söylüyor.
Kitapta Musa Teyhani, dedesinin 1915’ini şu sözlerle anlatmış:
Süleyman Dedem iri yarı bir adamdı. Beni kuzulara, gıdiklere [oğlak] gönderirken o kocaman elleriyle kafamı mengeneye alınmış gibi sıkarak ve kafama bastırarak, ‘Tırko, Tırko’ (Türk, Türk) derdi. Türklerin çektirdiği acının ve kötülüğün ne olduğunu bana hissettirmek ve bende böylece kalıcı hale getirmek istiyordu… Kırmançki/Zazaki diyordu ‘Hovirameke, Hovirameke!’ (Unutma, Unutma!)… Bunu benim canımı acıtarak, yakarak yapıyordu… Bu korkunç bir şeydi!… Ben, Ermenilere yapılanları dedemin kafamı sıkarak verdiği o acıyla ve sözle hatırlıyor ve anlıyorum…
Ailesinin Aleviliğe geçişinin 1900’ün başlarında gerçekleştiğini söyleyen Tehani, “Ya Müslüman, ya Alevi olun yahut da sizi yok ederiz, demişler. Bizimkiler de yaşamak için Aleviliği kabul etmişler, isteyerek değil” diyor.
Dedesinin hikayesini ağlayarak anlatan Teyhani Dersim’de Ermenilerin önce kovulduğunu sonra da köleleştirildiğini söylüyor:
Onların yanında atlarına, ahırlarına, işlerine bakan maraba, köle olarak korumuşlar bizi… Sevdiklerinden değil, kendisine işçi lazımmış… Acıdır bunu söylemesi ama ağalar isterse marabanın ailesini, hanımını alıp götürüp kullanıyormuş, sonra getirip bırakıyormuş… Ermeniler hiçbir şeye sahip değiller yani… Mesela dedem ekin biçmekte geri kalıp yetiştirememişse veya az iş yapmışsa sopayla sırtına vururlarmış, ‘Çabuk ol’ diye. Akşam kan içinde gelirlermiş eve… Bazı Dersimliler, ‘Biz koruduk Ermenileri’ diyorlar. Belki içlerinde hümanist insanlar vardı ve koruyanlar oldu tabii ama ben şunu anladım ki sırf köleleştirip, çalıştırmak için yaptılar bunu, hepsi maraba! Yoksa koruma falan değil. Kusura bakmayın!..
Ancak Teyhani’den farklı düşünenler de var. Onlardan biri de Hıdır Boztaş. Aleviliğin ve Alevilerin iyi olduğunu düşünüyor:
Büyüklerimiz, Ermeni olduğumuz halde Aleviliği gönüllü olarak seçmişler. Piri de gönüllü üstlenmişler, hâlâ gelip giderler. Piri de, Rayberi de seviyoruz. 12 İmam, Hızır, Gağan, üç gün orucunu tutardık. Babam, o Ermeni Hıristiyan oruçlarından, inançlarından hiç bahsetmezdi anam bahsederdi. Mirakyan aşiretinde Ermenilerin çoğu Alevi olmuş, Sünni olan var mı bilmiyorum, namaz kılanı duymadım. Elazığ’da Sünni Türk köylerinde yaşayan ve Müslüman olan Ermeniler var. Müslüman olmuşlar ama yine de ayrım ve hakaret çok. Ama Alevilerin içinde yaşayanlar onlar kadar sorun yaşamıyor. Onlarla Aleviler arasında çok fark var. Aleviler iyidir.
Kaya Yıldırım ise hem Ermeni hem de Alevi olunabileceğini savunuyor. Ona göre ırk değişmez ama inanç her zaman değişebilir:
Patrikhane, ‘Ermeniysen mutlaka Hıristiyan olacaksın’ diyor. Bugüne kadar Alevi olarak yaşayan Ermeniler son zamanlarda mecburen vaftiz olmak zorunda kalıyorlar. Neden zorunda olsunlar? Ben ikisini de reddediyorum. Ben, Allah’a bağlılığımı ibadet olarak yaparım. Hangi dilde yaparsan yap.
“Yurdumuz Dersim’dir diyorlar”
Son söz Kazım Gündoğan’da. Önce imza attığı çalışmaların devletle hesaplaşma, son çalışmasının ise toplumla yüzleşme kitabı olduğunu söyleyen Gündoğan Dersimli Ermenilerin önemli bir farkının olduğuna dikkat çekiyor:
Hepsi Dersimli olmaktan gurur duyuyor, bizim yurdumuz Dersim’dir diyorlar. Nerede bir Dersimli, nerede bir Alevi görsek heyecanlanırız, diyen de var. Çünkü tarihte olumsuz şeyler olmakla birlikte olumlu şeyler de aktarılmış. Bazıları biz yaşıyorsak Dersimliler sayesinde yaşıyoruz diyor mesela, o minnet duygusunu unutmayanlar da var. Gerçekten de Dersim, soykırım döneminde devletle iş birliği yapmış olaydı, Ermenilerin kökleri kazınabilirdi, hiç kalmayabilirlerdi.
Peki şimdi Dersim’de ne kadar Ermeni var?
Gündoğan, buna tam bir yanıt vermenin mümkün olmadığını dile getiriyor:
Çünkü açıktan Ermeni olduğunu kabul edenler olduğu gibi, hala kabul edemeyenler de var. Son 10-15 yılda kendi içinde Ermeniliği yaşayanlar, kimliklerin çocuklarına aktaranlar olduğu kadar gizleyenlerin de olduğunu biliyoruz. Yine de son yıllarda daha rahat bir şekilde kimliklerini kabul edenler olduğunu söylemek mümkün.
Peki globalleşmenin ve sınırların ortadan kalktığı söyleminin bu kadar geçer akçe olduğu bir çağda, Ermeni kimliğinin sahiplenilmesi, gençlerin anne ve babalarından farklı davranarak vaftiz olması bir yüzleşmenin sonucu mu?
Gündoğan sermayenin küreselleşmesinin ezilenler açısından bir olanak yaratmadığını o yüzden yerelleşmenin öne çıktığına dikkat çekiyor ancak bunun tehlikeli sonuçları olabileceğini de vurguluyor:
Sermayenin küresel olanakları ezilenler açısından bir avantaj yaratmadı. Öyle olunca kendini var etmek için kimliklerine dönme, eskiye dönme, bir dayanak oluşturma ve etnik-inanç kimliğine doğru ciddi bir yolculuğu beraberinde getirdi. Bu aynı zamanda Türkiye gibi ülkelerde şimdiye kadar bu kimliklerin inkâr edilmesine de bir tepkiydi. O yüzden insanların bu yolculuğu devam ediyor. Ama bu yolculukta riskli bir şey var. Bir yandan bunu körükleyen emperyalist güçler de var. Çünkü toplumun ne kadar parçalarlarsa ne kadar atomize ederlerse o kadar rahat yöneteceklerini düşünüyorlar.
Ama öte yandan da bu var diye, insanların kendi kimliğini benimsemeyeceği, sahip çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Burada da mikro milliyetçiliğe dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü milliyetçiliğin bir tık ötesi ırkçılık. Her insanın kendi kimliğine sahip çıkması, ana sütü kadar helaldir ama bu kimliği inşa ederken başka kimliklerin yıkımı, başka kimliklere nefret, başka kimlikleri ötekileştirme başladığı anda problem başlar. Herkesin kendi kimliğine sahip çıkma hakkı var ve bir arada yaşamanın kültürünü oluşturmak lazım./ The Independentturkish/Müjgan Halis