Cinsiyetçi ve Irkçı Düşünürlere Nasıl Hâlâ Hayran Olabiliriz?

Geçmişin büyük düşünürlerine hayranlık duymak, günümüzde ahlaki bir problem hâline geldi. Örneğin Immanuel Kant’ı methederseniz biri mutlaka size onun şu sözlerini hatırlatacaktır: “İnsanlık, beyaz ırkla en yüce mükemmelliğindedir.” ve “Hintliler kıt hünerlidirler”.

Cinsiyetçi ve Irkçı Düşünürlere Nasıl Hâlâ Hayran Olabiliriz?

Geçmişin büyük düşünürlerine hayranlık duymak, günümüzde ahlaki bir problem hâline geldi. Örneğin Immanuel Kant’ı methederseniz biri mutlaka size onun şu sözlerini hatırlatacaktır: “İnsanlık, beyaz ırkla en yüce mükemmelliğindedir.” ve “Hintliler kıt hünerlidirler”. Aristoteles’i överseniz “Doğal olarak erkek üstün ve dişi aşağı seviyededir, erkek yöneten dişi ise yönetilendir.” sözlerini, nasıl hakiki bir bilgenin söylemiş olabileceğini açıklamak durumunda kalacaksınız. Son zamanlarda benim bu sitede yaptığım gibi eğer David Hume’a bir methiye düzerseniz, 1753-54 yıllarında “Zencilerden şüphe etmek eğilimindeyim ve genel olarak diğer tüm insan ırkları…doğal olarak beyazlardan aşağıdır.” sözlerini söylemiş birine övgüler dizmekle suçlanacaksınız.

Bir ikilemde kalmış gibiyiz. Geçmişin kabul edilemez ön yargılarını önemsizmişçesine öylesine görmezden gelemeyiz. Ancak ahlaken sakıncalı görüşlere sahip olmak, birini büyük bir düşünür ya da siyasal bir lider olmaktan meneder diye düşünürsek de tarihimizden kimse kalmaz elimizde.

Ölü beyaz erkekleri bu işin dışında tuttuğunuzda problem bir yere gitmiyor. Irkçılık, Atlantik’in her iki yakasında kadınların oy kullanma hakkı için verdikleri mücadelede yaygındı. Kadınların oy kullanma hakkını savunan Amerikalı Carrie Chapman Catt “Beyaz ırk üstünlüğü, kadınların oy kullanma hakkını kazanma mücadelesiyle zayıflamayacak, daha da güçlenecek.” demişti. Mücadelenin İngiltere ayağındaki kız kardeşi Emmeline Pankhurst, aşağılayıcı ve utanç verici bir şey olmadığını, aksine kendisininki gibi bir imparatorluğun varislerine yaraşır bir şey yaptığını savunup koloniciliğin gürültücü bir destekçisi olmuştu. Cinsiyetçilik ve yabancı düşmanlığı sendikal harekette de görülüyordu bu, işçi haklarını, daha doğrusu erkek, göçmen olmayan işçilerin haklarını savunmak adına yapılıyordu.

Ancak, ırkçı, cinsiyetçi ya da bir şekilde bağnaz olan görüşlerin doğrudan tarihsel bir kişiliği takdirden menetmesi fikri yanıltıcıdır. Böylesine bir tarihsel kişiliğe hayranlık duymaya cesaret edemeyenler, her birimizin, hatta en iyimizin aklının bile ne kadar da sosyal şartlara dayalı olduğunu anlamakta şiddetli bir zorluk çektiğini ele vermektedir. Çünkü ön yargı, apaçık bir biçimde yanlış göründüğü için bir kişinin ahlaki bozulma yaşamadığı sürece nasıl bunu gözden kaçıracağını hayal edemiyorlar.

Çevrelerindeki herkes adaletsizliğe karşı kör olsa dahi zalimlikleri, asla onlar gibi ahlaksız olamayacak kadar erdemli olduklarına küstahça inanmalarını sağlardı. Bu işin doğrusunu bilmeliyiz. Nazi Almanyası’nın bize verdiği en rahatsız edici ders, çoğunluğu sadece kötü zamanlarda yaşadığı için masum hayatlar yaşayamayan bir güruh tarafından desteklenmiş olmasıydı. Çevrelerindeki herkes adaletsizliğe karşı kör olsa dahi zulümleri/zalimlikleri, asla onlar gibi ahlaksız olamayacak kadar erdemli olduklarına küstahça inanmalarını sağlardı. Günümüzde Nazizm’i desteklemek düşünülemez bile çünkü Nazizm’in sonuçlarının ne olduğunu anlamak için hiç hayal gücüne ihtiyacımız yok.

Neden birçok insan herhangi bir sözde dâhinin ön yargılarının mantıksız ve ahlak dışı olduğunu görmekten aciz olduğuna inanmayı imkânsız buluyor? Bunun nedenlerinden biri, bir bireyin sosyal bir çevreden bağımsız otonom akıl sahibi biri olduğu gibi köklü ve yanlış bir varsayımdır. Psikoloji, sosyoloji ya da antropolojiye azıcık aşina olmak bile bu rahatlatıcı yalanı çürütmelidir. Kendimiz için düşünebileceğimiz ve düşünmemizi gerektiren aydınlanma ideali, kendi kendimize düşünebileceğimiz hiper-aydınlanma hayali ile karıştırılmamalıdır. Düşüncelerimiz, farkında bile olmadığımız derin yollarla çevremiz tarafından şekillendirilir. Bunu kabul etmeyenler ise zihinsel bir büyüklük kompleksi olanlar kadar bu etkiler tarafından sınırlandırılmışlardır.

Biri, ahlaksız bir sistemin içine böylesine derin bir şekilde yerleştiğinde, bireysel sorumluluk atfetmek sorun yaratır. Ahlakî sorumluluğun tam olarak otonom bir bireysellik olduğu fikrine gönülden inandığımız için bu durum sıkıntı vericidir. Eğer sosyal koşullanmanın tiksindirici inançlarını ve hareketlerini ciddiye alacak olsaydık, herkesin paçayı kurtaracağını sanırdık ve elimizde kalan tek şey hiçbir umut vaat etmeyen ahlaksal görecelik olurdu.

Ancak bu durumda en çok kınama gerektiren şeyi kınamaktan aciz olacağımızdan endişelenmek temelsiz bir korkudur. Kadın düşmanlığının ve ırkçılığın bireylerin olduğu kadar (daha fazla değil), toplumun ürünü olması onu daha az itici yapmıyor. Hume’u mazur görmek ırkçılığı mazur görmek olmadığı gibi Aristoteles’i mazur görmek cinsiyetçiliği mazur görmek demek değildir. Irkçılık ve cinsiyetçilik hiçbir zaman doğru değildi, sadece insanlar bir yanılgıyla doğru bir şey olduğuna inanıyorlardı.

Bunu kabul etmek geçmişin ön yargılarını örtbas etmek demek değildir. Kant ve Hume gibilerin bile kendi zamanlarının birer ürünü olduğunun ve büyük düşünürlerin bile toplumda yeterince yaygınsa yanlışlara ve kötücül şeylere karşı kör olabileceğinin farkına varmak insanı utandıran bir hatırlatıcıdır. Yüz kızartıcı sözlerinde kaba bir şekilde gün yüzüne çıkan ön yargıların aynı zamanda düşüncelerinin ardında gizlenip gizlenmediğini de sorgulamaya itmelidir. Günümüzde görülen kadın karşıtlığının sadece buz dağının görünen kısmı olduğunu savunan feminist eleştirinin “Ölü Beyaz Erkeklerin Felsefesi” de aynı türdendir. Bazen bu doğru olabilir ancak her zaman öyle olduğunu varsaymamalıyız. Pek çok kör nokta önemli ölçüde yereldir ve görüş alanını tamamen açık bırakır.

Klasist Edith Hall’ın Aristoteles’in kadın düşmanlığını savunması, bir düşünürün kendi kötü fikirlerinden nasıl aklanacağına dair bir paradigmadır. Hall, Aristoteles’i bugünün standartlarıyla yargılamaktansa onun düşüncelerinin temellerinin, onu bugün ön yargılı olmaya itip itmeyeceğini sormanın daha iyi bir ölçüt olduğunu savunuyor. Aristoteles’in kanıtlara ve deneyime karşı olan açıklığı dolayısıyla, şüphesiz bugün yaşasaydı kadınların erkeklerle eşit olduğuna inanmak için hiçbir iknaya ihtiyaç duymazdı. Aynı şekilde Hume her zaman deneyimin üstünlüğünü kabul etmişti ve o da bugün yaşasaydı siyahi insanlar hakkında aşağılayıcı bir şey söylemezdi. Kısacası, kendi felsefelerini nasıl uyguladıklarıyla ilgili yanlışlarını görmek için sadece felsefelerinin temellerini bilmemiz yeterlidir.

Geçmişin düşünürlerini mazur görmeye karşı isteksiz olmamızın bir nedeni de ölmüşleri affetmenin yaşayanları affetmeye yol açacağından korkmamız olabilir. Eğer Hume’u, Kant’ı ya da Aristoteles’i ön yargılarından dolayı suçlayamıyorsak #MeToo hareketiyle ortaya çıkarılan, sosyal çevresinde tamamen normal davranan suçluları nasıl suçlayabiliriz? Ne de olsa Hollywood’un Casting couch kültürüne katkıda bulunan Harvey Weinstein değil miydi?

Ancak yaşayanlarla ölüler arasında çok önemli bir fark var. Yaşayanlar, yaptıklarının neden yanlış olduğunu görebilir, kabullenebilir ve pişmanlık duyabilir. Hareketleri eğer suç teşkil ediyorsa adaletle yüzleşebilirler. Geçmişteki ön yargılara karşı anlayışlı olduğumuz kadar bugünkülere karşı anlayışlı olamayız. Toplumu değiştirmek, insanların büyürken benimsedikleri ön yargıların üstesinden gelebilmenin mümkün olduğunu göstermekle başlar. Bizi ve toplumumuzu şekillendirmiş olan bozuk değerler yaratmaktan sorumlu değiliz ancak günümüzde bu bozuk değerlerle nasıl başa çıkacağımızın sorumluluğunu almayı öğrenebiliriz.

Ölülerin böyle bir fırsatları yok bu yüzden onları cezalandırmaya çalışmak, sinirlenmek mantıksız. Geçmişte yaşanan haksızlıklar adına acı çekmek hakkımız ancak daha cahil zamanlarda yaptıkları şeyler için insanları bugünün standartlarıyla suçlamak fazlasıyla merhametsizce. / Jullian Baggini/ Çevirmen: Ayşenur Özdemir

Yayınlama: 24.07.2022
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.