Üç dinin kabulü | Ceza, trajedi ve imtihan

Yahudi-Hıristiyan geleneği ölümü bir ceza ve trajedi, İslam ise bir imtihan olarak kabul eder ve yaşamla eşitler…

Üç dinin kabulü | Ceza, trajedi ve imtihan

İnsan yaşama arzusu ve ölüm duygusunu ontolojik olarak bedeninde ve ruhunda hisseden bir varlıktır. Kimi zaman yaşama arzusu, ölüm duygusunun önüne geçmekte, bu öne geçiş bazen bir tutkuya, tutku da tarihsel ve maddi şartların etkisiyle insanda var olan içkinlikle beraber ebedilik veya ölümsüzlük duygusuna evrilebilmektedir. 

İnsandaki bu ölümsüzlük duygusunu Hz. Adem’in kıssasından Gılgamış Destanı’na, Prometheus’tan Herkül’e, Deli Dumrul’dan Zeus’a, Büyük İskender’den Cengiz Han gibi, dini, mitolojik ve kültürel aktörlerde görüldüğü gibi, günümüzde Silikon Vadisi ile Wall Street düzeninin aktörleri olan Jeff Bezos’tan Larry Page, Paybal’ın kurucusu Peter Thiel’den Elon Musk’a kadar modern insanda da Transhümanizm denilen yeni olgu ile bu ölümsüzleşme arayışını rahatlıkla görmekteyiz. 

Modern bilimin yaşlanmayı yavaşlatma, “Ölümsüzlük Geni”nin bulunduğuna dair iddialar ile ölümsüzlüğün kapısının aralandığı savları ve DNA Çipleri, biyoteknoloji, yapay zeka alanındaki çığır açan hamleleri hararetli bir şekilde gündemi iştigal etmektedir.   

Yanı sıra Transhümanizm ile Yuval Noah Harari’nin kavramsallaştırdığı bir tür “tanrı-insan” ya da “postinsan” evresine geçildiğinin tartışıldığı bu zaman diliminde, insanın ölüm korkusunu, ölümsüzlük arayışındaki arka planı, bu arka planının kutsal metinlerde nasıl işlendiğini, gündelik hayatımızdaki pratiklerini, insanın ölümden neden kaçtığını, yazdığı üç kitap ile oldukça detaylı inceleyen, araştıran ve kafa yoran yazar Nihat Karademir ile konuştuk.

Karademir Kürt ve Ermeni meselesi, Türk-Kürt ve Ermeni ilişkileri üzerine yazdığı dört kitapla beraber, “İnsanın Ölümsüzlük Arayışı 1-2” ile “Ölüm Neden Bir Trajedidir?” isimli kitaplarıyla da kadimden postmodern günümüze kadar dinlerin, mitlerin, kültürlerin ve kahramanların ölüm korkusunu ve onları buna iten ölümsüzlük arzusunu kaleme almış bir yazar.

– Kitabınızda Kitab-ı Mukaddes ile Kur’an’ın insandaki ölümsüzlük arayışına ve ölüm korkusuna genişçe yer vermişsiniz. Bu iki kutsal metnin, insanın ölümsüzlük arayışına ve ölüm korkusuna bakışında paradigmatik bir fark var mı? Nasıl bakıyorlar bu iki meseleye?

Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an’da yer alan yaratılış kıssalarında ilk bakışta okuyucunun gözüne çarpan ilk olgu iki metin arasındaki benzerliklerdir. Bunun böyle olmasında geleneksel Kur’an yorumundaki İsrailiyat tesirinin ve geleneğin Kur’an’da bulamadığı ayrıntıları Kitab-ı Mukaddes’le veya Kitab-ı Mukaddes yorumları ile doldurma kolaycılığının etkisi vardır.

Ancak bu çalışmayı yaparken hepimizin gözden kaçırdığı paradigmatik farklılıkları fark etme şansım oldu. Ayrıntı gibi görünen bu farklılıklar kadın-erkek ilişkilerinden iktidar mefhumuna olan bakışımıza, dünyayı görme ve dünyaya değer verme kriterlerimizden ahirete bakışımıza kadar bireysel ve kolektif anlayışımızı ve yaşamımızı derinden ve kalıcı bir şekilde etkiliyor.

Kitab-ı Mukaddes’in Adem kıssası yani Tekvin, ölümü bir ceza ve tehdit olarak sunar. Böylece yaşamın kardeşi ve yoldaşı olması gereken ölümü bir trajediye dünyayı ise bir sürgün yerine dönüştürür. Böylece Becker’in de ifadesi ile ölüm bilinci insan için en büyük dehşet olur. Bu paradigmanın içinde yetişen insanın en büyük kaygısının ölüm olması kaçınılmazdır. 

Halbuki Kur’an, ölümü hayat ile eşitler ve her ikisinin amacının aynı şey olduğunu ilan eder. Ölüm de yaşam da kimin daha iyi işler yapacağını sınamak için yaratılmışlardır. Böylece yaşamımızın ve ölümümüzün mekanı olan dünya bir sürgün yeri değil, bir imtihan yeri olur. Ama Kur’an insanın en büyük zaafının ebediyet arzusu olduğunu da sık sık tekrarlar ve her seferinde insana ölümün kaçınılmazlığını hatırlatma gereği duyar.

Tekvin, insanın günaha, ölüme ve dünyaya düşüşünden kadını ve şeytanı sorumlu tutar ve buradan hareketle erkek ile kadın arasında erkeğin lehine bir hiyerarşi ve iktidar ilişkisi inşa eder. Kadına binlerce yıldır uygun görülen toplumsal, siyasal ve teolojik değerin altında bu anlayış vardır.

Bu bakış açısı İslam dünyasına da sirayet etmiş olmalıdır ki günlük yaşamda “Havva ana yüzünden cennetten kovulduk” sözüne çok sık rastlanmaktadır. Kur’an ise tam tersine Allah’ın hem erkeği hem de kadını birlikte uyardığını, ikisinin birlikte günaha düştüğünü ve ikisinin de sorumlu tutulduğunu, ama Allah’ın erkeği biraz daha fazla sorumlu tuttuğunu söyler.

Kuşkusuz her iki metin arasında birçok başka farklılıklar da bulunmaktadır. Ancak burada zikretmek istediğim son önemli nokta tevbe meselesidir. Tekvin’de tevbe imkanı yoktur. Erkek kadını, kadın ise yılanı yani İblis’i suçlamıştır. Tanrı da her birine uygun cezalar kesmiştir.

Ancak Kur’an’da tevbesizlik ve başkasını suçlamak İblis’in tavrıdır. İblis, “sen insanı yaratmasaydın ben de böyle olmayacaktım” diyerek tevbeyi reddetmiş ve umudu öldürmüştür. Öte yandan Adem “ben nefsime zulmettim” diyerek sorumluluğu yüklenmiş ve Allah’ın kendisine öğrettiği kelimelerle tevbe etmiştir. Böylece soyuna trajediyi değil, tevbeyi ve umudu miras bırakmıştır. 

– Kitabınızda İskenderiyeli Yahudi bilge Philo’dan Kant’a, Hegel’den Octavia Paz’a Spinoza’dan Nietzsche’ye kadar birçok düşünür, felsefeci ve hatta edebiyatçının Hz. Adem-İlk Günah-Ölümsüzlük-Cennetten Düşüş üzerine bazen birbirleriyle çelişen bazen de paralel yorumlarını anlatmışsınız. Mesela Hegel “İnsanın Cennetten düşüşünü, iyinin ve kötünün bilinmesi aynı zamanda ahlaki terbiyenin de başlangıcı” sayıyor. Türkiye’deki felsefecilerin veya edebiyatçıların bu konu ile ilgisi nasıl acaba? Hangi felsefecimiz veya edebiyatçımızın bu konuda açıklamaları veya yazıları vardır?

Kuşkusuz Adem kıssası insanlık tarihinin en çok okunan ve yorumlanan kıssasıdır. Octavia Paz, “tarih, ilk günah ile eşanlamıdır” derken fazlasıyla haklıdır. Bu yüzden her ne kadar Batı’daki kadar yoğun olmasa bile Türkiye’de felsefe ve edebiyat üzerine çalışanların ve bu alanlarda düşünce ve eser üretenlerin bu kıssaya kayıtsız kalmaları beklenemez.

Divan Edebiyatı’ndan itibaren bunun örneklerini görmek mümkündür. Şecaattin Tural, bir çalışmasında özellikle Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarının bu konu hakkındaki eserlerinin önemli bir kısmını derlemiştir. Şairlerden Salih Zeki Aktay’ın, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Behçet Necatigil’in, Faruk Nafiz Çamlıbel’in, Ayhan Kırdar’ın, Türkan İldeniz’in, Nevzat Yalçın’ın isimlerini sayabiliriz. 

Ayşe Nur Özdemir ise aynı olguyu Türk romanı bağlamında incelemiştir. Bu çalışmada roman türünde Hüseyin Nihal Atsız’ın, Oğuz Atay’ın, İhsan Oktay Anar’ın, Elif Şafak’ın, Enis Batur’un ve Nazan Bekiroğlu’nun bazı eserlerinde bu kıssaya atıfta bulunulduğunu görüyoruz.  

Türkiye’de felsefe alanında düşünüp üretenlerin bu konuya ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. En azından ben çok özgün bir yoruma rastlamadım. Bu alanda düşünüp yazanlar genellikle ilahiyat alanında çalışan bilim adamlarımız. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk ve Süleyman Ateş bu alanda geleneksel yorumlardan daha farklı yorumlar yapmışlardır.

Ancak burada da bir özgünlükten söz edemem, çünkü ülkemizdeki farklı yorumların temelinde de özellikle İkbal’in, Şeriati’nin ve Abduh’un modern dönemlerde yaptıkları yeni açılımların ve modern Batı’da Tekvin hakkındaki heterodoks yorumların bariz bir etkisi vardır. 

“Ölüm korkusu, ölüme hastalık muamelesi yapmaktan vazgeçilerek, hayatın tamamlayıcısı ve kardeşi olduğu kabul edilerek ancak aşılabilir”

– Kadimden günümüz postmodern dönemine kadar insandaki egemenlik tutkusunun, mülk hırsının, ölümsüzlük duygusunun, yaşama arzusunun, yönetme hırsının önünde en önemli bariyerin, ölümün kaçınılmaz olduğu bilincinin olması gerektiğine vurgu yapıyorsunuz. Peki, bu bilinci nasıl geçer(li) bir akçe kılacağız ki gezegenimizin tahribatına yol açan bu sorunu aşabilelim? Ölüm bilincini yerleşik kılmaya dönük ne tür teorik ve pratik önermeleriniz var? İnsan bunu yapmaya muktedir bir varlık mıdır? Yoksa Emil Cioran’ın dediği gibi baştan başarısızlıkla malul bir varlık mıdır?

İnsanlığın tarihine ve mevcut durumuna baktığımız zaman sadece Cioran’a değil, insan Tanrı’nın hayal kırıklığıdır veya en büyük pişmanlığıdır diyenlere hak vermemek çok zor. Kuşkusuz bunun en temel sebebi ölümü bir trajediye dönüştüren hakim paradigmalardır.

Ölüm şayet trajedi ise o zaman mutlak bir yokluk, ürkütücü bir belirsizlik, mutlak bir kayıp, ne zaman gelirse gelsin bir pişmanlık, yaşam arzusunun düşmanı veya yaşam ile hiçbir bağı ve ilişkisi olmayan bir öteki, üzerinde konuşulması bile sakıncalı olan bir pornografi, kendimize yakıştırmadığımız bir son ve tedavi edilmesi gereken bir hastalık olur. 

Ölüm bilincini yeniden kazanmak için bu paradigmayı değiştirip ölüme anlamını ve değerini yeniden kazandırmak, yani ölüme iade-i itibar yapmak zorundayız. İşte o zaman ölüm yaşamı tamamlayan ve hatta inşa eden bir olguya dönüşür. Aslında bu serinin “Sembolik Ölümsüzlüğü” işleyen ikinci kitabında tam olarak bu konuya değindik.

İddiamız şuydu: Allah, Adem’in yaratılacağını duydukları zaman “kan döküp fitne çıkaracak birini mi yaratacaksın?” diye soran meleklere “ben sizin bilmediğinizi de bilirim” dediğinde, kastettiği o bilinmeyen şey insandaki ölüm bilincidir. İnsan sahih bir ölüm bilincine sahip olduğunda kendisiyle beraber yeryüzünü de inşa eder. Nitekim medeniyet başlı başına ölümün ve ölüm bilincinin eseridir. 

Trajedi üretmeyen sahih bir ölüm bilincinin ilk koşulu insanlığın yeniden ölümün bir son olmadığına, ölümden sonraki yaşama ve hesaba ikna edilmesidir. Ancak o zaman ölüm ile birlikte yaşamımız ve yaşamımız boyunca yaptıklarımız ve yapmadıklarımız da anlam ve değer kazanır. Bunun alternatifi mutlak bir anlamsızlık ve değersizliktir.

İkinci koşul ise ölüme hastalık muamelesi yapmaktan ve onu hayattan tecrit etmekten vazgeçerek onun hayatın tamamlayıcısı ve kardeşi olduğunu kabul etmek ve kliniklere, huzur evlerine ve şehre uzak mezarlıklara sürgün ettiğimiz ölümü yeniden evcilleştirmektir. 

“Yaşam arzusu ve ölüm kaygısı ontolojik olarak insanda içkindir”

–  Ölüm kaygısı ve ölümsüzlük arayışı ile ilgili üç kitap yazdınız. Oysa biz biliyoruz ki insan aynı zamanda yaşama arzusunu da taşıyan bir varlıktır. Dinleri, mitleri, kültürel ve tarihi motifler ile şahsiyetleri incelemiş biri olarak, insan fıtratında baskın olanın, ölüm kaygısı mı yaşama arzusu mu yoksa ölümsüzlük isteğinin mi olduğunu düşünüyorsunuz? Yoksu bu duygular tarihi dönemlere ve zamanlara göre yer mi değiştirmiş insanoğlunda? Bu kaygı ve arzu ontolojik olarak bizde içkin midir yoksa dışsal unsurlar mı bizde bunu içkin kılmıştır? Mesela Herakles (Herkül’deki) dışsal unsur olan intikam duygusu olmasa ölümsüzlük duygusu peydah olur muydu gibi…

Buna net bir cevap vermek çok zor. Felsefe ve özellikle de modern psikoloji buna cevap vermek konusunda hala zorluklar yaşıyorlar. Ama benim şahsi kanaatim insanda baskın olanın yaşam arzusu olduğudur. Sanırım Heidegger bunu varlık var olmayı arzular şeklinde formüle etmişti.

Ben de aynı arzuyu kitabımda taş ve ağaç örnekleri üzerinde açıklamaya çalışmıştım. Taş balyoza, ağaç ise baltaya direnirken varlığın var olma arzusunun örneklerini sergilerler. Oysa ölüm insanın veya her türlü canlının en azından bu dünyadaki var oluşuna yönelik en büyük tehdit, belki de tek tehdittir. Yaşamı yok edeceği için korkunçtur ve düşmandır.

Ben yaşama arzusunun ve tabi ki onunla birlikte ölüm kaygısının ontolojik olarak insanda içkin olduğunu düşünüyorum. Eğer öyle olmasaydı insan dünyadaki varlığını koruyamayacağı gibi kendini ve dünyayı inşa etme arzusunu da duymayacaktı. Yani kahramanlık, sanat, bilim, zenginlik, medeniyet, aile, çocuk büyütme ve belki Tanrı ve ahiret inancı da olmayacaktı.

Ancak dışsal unsurlar, mesela içine doğduğumuz veya içinde yetiştiğimiz kültür de bunu etkiliyor. Örneğin şayet dininiz yaşamı bu dünyanın ötesine taşıyabilirse, yani sizi ölümden sonraki yaşama ikna edebilirse yaşama arzunuz sadece bu dünyadaki yaşamla sınırlı kalmayabilir. Yine ölümden korkarsınız ama tüm yaşamı dünyadan ibaret sayan biri kadar korkmayabilirsiniz.

Herkül örneği bu konuyu aydınlatmak için çok uygun bir örnek oldu. Herkül’ün ölümsüzlük arzusunu bir intikam duygusu üzerinden üretmesi insanın yaşamak veya yaşamı arzulamak için hep yeni nedenler, bahaneler veya dayanaklar bulabildiğinin en güzel örneklerindendir. Bunun için mitolojiye veya tarihe gitmemize gerek yok, gündelik hayatın içerisinde bile sayısız örnek bulabilirsiniz.

Altı çocuğunun beşini bir kazada veya afette kaybetmiş bir anneyi gördüğümüzde bu kadıncağızın fazla yaşayamayacağını varsayarız. Ama kalan son çocuk yeniden yaşama bağlanmak için bir neden olur. Tüm çocuklarını kaybetseydi hayat kendisine yeni dayanaklar sunardı. Veya zihni yeni nedenler veya bahaneler ürettirdi.

Çocuklarından kalan torunlarına bakmak gibi. Yakın zamanlarda yirmili yaşlarında iki kolunu ve bir bacağını kaybetmiş, yetmiş yaşlarında bir beyefendiyle tanıştım. Onda beni en çok şaşırtan ve bende hayranlık uyandıran şey yaşama arzusu ve kendisi ile barışık olma durumuydu. Oysa bir Tanrı ve ahiret inancı da yoktu. Ama yaşama tutunmak, yaşamı arzulamak için sıralayabileceği sayısız sebebi, peşinde koştuğu ve yarım kalmasını istemediği birçok projesi vardı.

“İnsanın ölümlü oluşunu, Allah’ın projesinin kusursuzluğunun kanıtı olarak görüyorum”

–  Siz hem dinlerin hem de modern bilimin ölüm korkusunu işlerken, bu korkunun veya kaygının giderilmesine dönek dinin hangi argümanları ileri sürdüğünü görüyorsunuz? Bilimin buna ilişkin argümanları neler? Ya da bilim bunu nasıl açıklıyor? Din ne söylüyor bize bu hususta? 

Tabi ki burada dinden değil de dinlerden söz etmek zorundayız. Çünkü dinlerin bu konuda çok farklı argümanları var. Biraz önce de değindiğimiz gibi mesela Yahudi-Hıristiyan geleneği ölümü bir ceza ve trajedi olarak görürken, İslam bir imtihan olarak kabul eder ve yaşamla eşitler. Ama dinler söz konusu olduğunda, belki çok iddialı bir ifade olacak ama tüm dinlerin varlıklarını ve güçlerini ölüme borçlu olduklarını söyleyebiliriz.

Şayet ölüm olmasaydı veya her şey ölümle bitseydi ya da insan ölümden sonraki yaşama ikna edilmemiş olsaydı bir din ve Tanrı inancından söz etmek zor olurdu. Bu yüzden insanın ölümlü oluşunu Allah’ın projesinin kusursuzluğunun kanıtı olarak kabul ediyorum. 

Yeniden soruya dönecek olursak dinin ölüm korkusuna karşı ortaya koyduğu en etkili argüman ölümden sonra yaşam inancıdır. Bu tür bir içeriği ve iddiası olan her türlü inancı kastediyorum. Ahiret inancı, samsara, reenkarnasyon vs. Bu çözüm ne kadar çok etkili ve tatmin edici olursa o dinin kabul görmesi de aynı oranda artmaktadır.

Bugüne kadar ne bilim ne felsefe ne de sanat bundan daha etkili bir çözüm üretebilmiştir. Ölüme karşı insanlığın elindeki en etkili argüman, hatta belki de tek argüman budur. Dünyanın faklı ülkelerinde farklı dini gruplar, etnik topluluklar, gençler, yaşlılar, dindarlar, dinsizler, kadınlar ve erkekler üzerinde yapılmış birçok saha araştırması ve hatta klinik çalışmalar bu sonucu doğrulamaktadır.

Yine dünyanın muhtelif bölgelerinden Tanrı ve ahiret inancı olmayan birçok filozof ve bilim adamı da bunu kabul eden ifadeler kullanmışlardır. Ölümden sonraki cezaya çok fazla vurgu yapılması bazı durumlarda ölüm korkusunu arttırsa da gerçek budur.

Bilimin bu kadar etkili ve yaygın kabul görmüş bir iddiası ve argümanı yoktur. Ancak bu sorunun başında din için söylediğimiz bazı ifadeleri bilim için de söylememiz mümkündür. Bilim de varlığını ve gelişimini büyük oranda ölüme ve insanın ölümsüzlük arzusuna borçludur.

Bugün kimyadan sibernetiğe kadar sahip olduğumuz birçok ürün ve hizmet ya insan ölüme çare ararken ya da hemcinslerini öldürmek için yeni araçlar ve teknikler ararken icat edilmiştir. Bugün hem insan hem de doğa için öldürücü bir araç olan barutun Çinlilerin ölümsüzlük arayışları sırasında icat edildiğini öğrenmek beni çok şaşırtmıştı.

Ancak bugünün bilimi ölüme çare olmak konusunda dinlerle yarışmak iddiasındadır. Bu noktaya ciddi bir paradigma değişiminden sonra varılmıştır. Bu yeni paradigma insanı sadece bedenden ibaret sayıyor ve ölümü herkesin boyun eğmesi gereken ilahi takdir olarak değil, bugün olmasa bile yakın gelecekte tedavi edilecek bir hastalık olarak kabul ediyor.

Bazı bilimsel ve teknik gelişmelerle umutlanan bilim adamları artık ölümün ne zaman ortadan kaldırılacağına dair tarih verecek kadar cesur davranmaktadırlar. Bu bir yandan insanlara umut aşılarken öte taraftan ölümün ötekileştirilmesine, tecrit edilmesine ve kaçınılmaz olarak ölümden daha çok korkulmasına da sebep olmaktadır.

Meselenin teorik kısmından biraz çıkıp, aktüel olana yönelik bir soru ile devam etmek isterim. Karikatürize etmek gerekirse, devlet başkanlarının, hatta oda ve sendika başkanlarının 30-40 yıllık iktidarlarının, insandaki bir tür beka arzusunun dışavurumu olarak okuyabilir miyiz? Ne dersiniz? Dini, siyasi ve kültürel şahsiyetlerin heykellerinin, anıtlarının inşa edilmesini de bu bağlamda nereye oturtursunuz?

İnsan bir gözü ile toprağa bakarken diğer gözü ile hep gökleri temaşa eder ve her zaman kendisinde ilahi bir öz olduğuna inanır. Bu yüzden bu dünyadan bir iz bırakmadan öylece çekip gitmek istemez. Çoğu insan iktidar ve mülk sahibi olarak bunu başarabileceğine inanır. Ne kadar uzun süre muktedir olursa ve ne kadar biriktirse o kadar uzun yaşayacağını ve o kadar uzun süre hatırlanacağını vehmeder ve bu yüzden iktidara ve mülke yapışır kalır. 

Dini, siyasi ve kültürel şahsiyetlerin heykellerini, anıtlarını, mezarlarını veya türbelerini hem bireysel hem de kolektif bağlamda yorumlamak mümkündür. Henüz yaşarken kendisi için bu bir eser inşa eden veya inşa edilmesini vasiyet eden birey böyle kalıcı bir eser ile dünyada kendisinden bir iz bırakmak ve kısmen de olsa ölümün üstesinden gelmek arzusundadır.

Toplum ise yüceltilen bireyin talebi olmadan hatta bazı durumlarda bireyin arzusu hilafına onun adına bir anıt, heykel veya türbe inşa ederek onu kolektif hafızaya nakşeder ve ölümsüzleştirir. Bu şekilde ölümsüzleştirmek neredeyse tüm kültürlerde rastlanan evrensel bir ödüllendirme yöntemidir ve oldukça teşvik edicidir.

“Dinlerde ve mitolojilerde kale ve sur ile sembolize edilen devlet, insanın ölümden kaçışının ürünüdür. İnsan ölümden kaçarken devlete tutulmuştur”

–  İnsandaki ölümsüzlük arzusunun en edebi ve en fantastik anlatımlarından birinin de mitolojilerde olduğunu belirtiyorsunuz. Bu mitolojilerden biri olan Gılgamış Destanı’nda, Bilge Kral Gılgamış’ın kibre, şehvete ve hırsa saplanmış olduğunu, ölümsüz olan Utnapiştimi ile arasında geçen mücadeleyi, yani ölümsüzlük arayışını siz her dönemde yeniden yorumlanabilecek önemli sembol ve mesajlar içerdiğini yazmışsınız. Bu mesajı bugün için yorumlayacak olursak, bize ne dedirtiyor Gılgamış Destanı?

İnsanlık tarihinin bilinen en eski edebi metni olan Gılgamış Destanı’nın temasının insanın ölüm kaygısı ve ölümsüzlük arayışı olması adeta tarihin bizlere verdiği bir mesajdır. Gılgamış Destanı, modern dönemlerde yeniden gün yüzüne çıktığından beri farklı disiplinlerden bilim adamları ve düşünürler tarafından defalarca yorumlanmıştır. Bu destanı okurken ve yazarken benim fark ettiğim ve daha önceki yorumlarda rastlamadığım en önemli sembol, kale veya kalenin surlarıdır.

Bu benim tasarladığım yeni bir kitaba da ilham kaynağı olmuştur. Hikayenin sonunda ölümsüzlük arzusuna ulaşamadan yenik ve yorgun bir kral olarak ülkesine dönen Gılgamış’ın yaptığı ilk şey şehrinin surlarını onarmak olmuştur. Bunun hemen ardından surlara kendisinin hikayesini anlatan kitabeler yazdırmıştır.

İkincinin anlamını ve amacını biliyoruz: Hikayesini sonraki kuşaklara bırakarak ölümsüzleşmek. Ancak ilk eylemin anlamı üzerinde yeterince düşünüldüğünü sanmıyorum. Gılgamış Destanı’nı, Kabil’in soyunun Tekvin’deki hikayesiyle, Roma’nın kuruluş mitiyle ve Kur’an’ın “muhkem kalelere sığınmakla ölümden kaçılamayacağına” dair ifadeleriyle birlikte okuduğumuzda, aslında mitolojide devleti sembolize eden kale ve sur kavramlarının ölümden kaçışı da temsil ettiğini varsayabiliriz. Benim bunlardan hareketle vardığım sonuç, devlet denen olgunun ölümden kaçışın bir ürünü olduğudur. Yani insan ölümden kaçarken devlete tutunmuş, ya da devlete tutulmuştur. 

“Romalı şair Lucretius ölüm korkusunu, kötülüğün ve mal biriktirme arzusunun sebebi olarak lanetlemiştir”

– Modern insanın ölüm korkusunda ya da ölümsüzlük arayışında acaba muktedirliğini sonlandırmak istemeyişinin, zaferlerinin unutulmasını arzulamayışının, kibrin cezbedici yönünü bırakmak istemeyişinin, refah içindeki hayatının bitmesini istemeyişinin, daha çok şey(ler)e sahip olma hırsından vazgeçmeyişinin, şehvetinin/arzularının sürekli tatmin etmeye devam etme isteğinin… diye daha çok sıralayabileceğimiz bu saiklerin etkisi yok mudur? Bunlar fıtri/doğal ise insanın bunları kaybetmek istememe uğraşısını ya da hülyasını neden normal karşılamıyoruz?

Bertrand Russel, insanı motive eden temel güdünün iktidar arzusu olduğunu yazar. İnsan iktidara ulaşmak, iktidar alanını genişletmek ve iktidarını korumak için her şeyi yapabilir. Bu fıtri midir? bilmiyorum. Ama insanın tarihine ve mevcut durumuna bakınca bana oldukça insani bir tavır gibi geliyor. Burada “insani” tabirini olabildiğinde en pejoratif anlamıyla kullanıyorum. 

Bugün sadece dinler veya felsefi gelenekler değil, psikoloji de bize insanın iktidar ve kazanma hırsının temelinde ölüm kaygısının ve ebediyet arzusunun yattığını söylüyorlar. Yaklaşık iki bin yıl önce Romalı şair Lucretius bunu cesaretle haykırmış ve ölüm korkusunu her türlü kötülüğün ve bu arada mal biriktirme arzusunun da başlıca sebebi olarak lanetlemişti.

Nedense Müslümanlar tarafından pek dikkate alınmamıştır ama Kur’an da Hümeze Suresi’nde biriktirdiklerinin kendisini ebedileştireceğini vehmeden bir insan grubundan söz eder ve onları şiddetle kınar. Müslümanların çok da dikkat etmedikleri bu iddia, özellikle modern batıda çokça işlenmiş ve birçok saha araştırması ile teyit edilmiştir.

Tarih ve kutsal metinler daha fazlasına sahip olma hırsına ve sahiplik durumunu devam ettirmek için daha uzun yaşamak, hatta mümkünse ölümsüzleşmek arzusuna en çok varlıklı ve muktedir sınıflarda rastlandığını ortaya koyar. Tarihte İskender, Cengiz Han veya Qin Shi Huang gibi muktedirlerin, bugünün dünyasında ise Batı’nın en büyük kapitalistlerinin bütün imkanlarını daha fazlasına sahip olmak ve daha uzun yaşamak uğruna seferber etmeleri bir rastlantı değildir. Zayıf ve yoksul bırakılmış insanlardan ise sık sık “Allah canımı alsa da kurtulsam” sözünü duyarız.

– Modern bilimin ölümsüzlük arayışı ile ilgili olarak kitabınızda, solucanların yaşlanmaya neden olan “genetik geçişi” kapatmayı başardıklarını, genç farelerin kanlarının yaşlı fareleri canlandırdığını, kök hücre teknolojisiyle “ölümsüzlük geni”nin bulunacağını ve bu gene “Implant” yapılacağını belirtmişsiniz. Modern bilimin, ölümün imkansızlığına dair bakışında sanki paradigmatik bir değişim var gibi. Modern bilim, bugün için ölümden kaçınılabileceğine mi inanıyor? Yaşlanmayı yavaşlatıp, ölümsüzlüğün imkan dahilinde olduğuna mı inanmış? Yoksa bunlar birer ütopik sorular mı?

Modern dönemlerde bilimin ölüm olgusuna bakışında gerçekleşen paradigma değişimine biraz önce değinmiştik. İnsanı artık sadece bedenden ibaret sayan modern bilim ölümü bugün olmasa bile bir gün tedavi edilebilecek bir hastalık olarak kabul etmektedir.

Tıpta, biyolojide, bilişim teknolojilerinde, diyet endüstrisinde ve başka birçok alanda elde edilen başarılar bu beklentiyi yükseltmiştir. Gerçekten de günümüzün dünyasında yaşlanmanın önce yavaşlatılıp sonra da durdurulabileceğine, yaşlanan ve yıpranan organların yenilenebileceğine ve insanın eninde sonunda, hatta belki de yakın bir gelecekte ölümü fethedebileceğine samimi olarak inanan ciddi bir kitle var.

Bilim ve teknoloji alanında elde edilen başarıların yaygınlaşması ve bunların olumlu sonuçlarının demokratikleşmesi modern toplumun sıradan bireylerinin de aynı umudu paylaşmalarını sağlıyor. Ancak bu umudu veya iyimserliği açıklamak için kullanılması gereken doğru kavram ütopya değildir. Bunun yerine piyasa kavramını tercih etmeliyiz diye düşünüyorum. 

“İnsanın ölüm kaygısını ve ölümsüzlük arzusunu piyasalaştıran ve bundan dev bir endüstri yaratmaya çalışan, kapitalist girişimciler var”

– Kitabınızın sonlarında insanın ölümsüzlük arayışına dair bir takım vakıf, dernek, elitler ile inisiyatiflerden bahsetmişsiniz. Google’in baş fütüristi Ray Kurzweil, Robot Bilimci Ray Morevic, Silikon Vadisi’nin seçkinleri tarafından finanse edilen “Radikal Yaşamı Uzatma Koalisyonu”, Google’ın milyonlarca dolar akıttığı Calico sağlık girişimini, dünyanın en zengin beş kişisinden biri olan Oracle’in sahiplerinden Larry Ellison, Amazon’un kurucularından Jeff Bezos ile California merkezli bir şirketin hizmeti olan gençlerden alınan kanları kendi kanıyla sürekli yenileyen Paybal’ın kurucusu Peter Thiel gibi….Bu kapitalist seçkinler gen teknolojisi, yapay zeka, kök hücre teknolojisi, nanoteknoloji, DNA Çipleri, Biyoteknoloji gibi sektörlere neden milyonlarca dolar akıtmaktan geri durmuyorlar? Bu seçkinleri, geçmişin mitik şahsiyetleri olan Gılgamış, Prometheus, Zeus, Deli Dumrul ve tarihsel şahsiyetler olan Büyük İskenderler, Cengiz Hanlar gibi ölümsüz olmaya koştuklarını söyleyebilir miyiz?

Bu soruya cevap vermeden önce Garaudy’e rahmet dilemek istiyorum. Çünkü bugünün dünyasında hiçbir olay veya olgunun piyasa kavramı merkeze alınmadan anlaşılmayacağını ondan öğrenmiştim. Bu durum günümüzün ölümsüzlük araştırmaları için de geçerlidir. Çünkü karşımızda insanların ölüm kaygısını ve ebediyet arzusunu piyasalaştıran ve bundan dev bir endüstri yaratmaya çalışan kapitalist girişimciler ve yatırımcılar sınıfı bulunmaktadır.

Silikon Vadisi’nin en yetenekli girişimcilerinin ve Wall Street’in en iştahlı köpek balıklarının bu endüstriye milyarlarca dolar para aktarmaları sadece ölüm korkusu veya ölümsüzlük umudu ile açıklanamaz. Bu işin arkasındaki temel motivasyon kaynağı korkuyu ve umudu kullanarak büyük paralar kazanma hırsıdır.

Bu yeni sınıfın içinde ölümsüzlük ütopyasına gerçekten inanan samimi insanlar olabilir. Ancak onları Gılgamış, İskender veya Cengiz Han ile kıyaslamak bazı açılardan doğru olmayacaktır. Geçmişin bu büyük kahramanları kurdukları saltanatı ve içinde yaşadıkları yalancı cenneti ebedi kılmak için ölümsüzlüğün iksirini arıyor ve bu uğurda büyük harcamalar yapıyorlardı. Muhtemelen bu imtiyazı sadece kendileri için istiyorlardı.

Bireysel ölümsüzlük arzusu ile birlikte kurdukları düzeni ve büyük çabalarla yarattıkları devletlerini yaşatma arzuları da vardı. Ancak bugünün fırsatçı ve uyanık yatırımcıları kendilerine büyük kazançlar getirecek yeni bir dev endüstri yaratmaya çalışıyorlar.

Üstelik bunu yaparken ölümsüzlüğü tüm insanlık için istedikleri iddiasıyla insanlığın karşısına çıkıyorlar. Yine de bu çalışmaların insanların sağlığı ve yaşamı için bazı iyileştirici ve kolaylaştırıcı sonuçları olduğunu da kabul etmeliyiz.

“Transhümanizm, postmodern ölümsüzlük arayışının ideolojisi”

– Mezopotamya mitolojilerinden Yunan Mitolojisine kadar gördüğümüz insanoğlundaki ölümsüzlük arzusunun günümüzde Transhümanizm ve Posthümanizmdeki ölümsüzlük arayışı ile devam ettiğini görüyoruz. Hatta 2035, 2070 yıllarını ölümsüzlüğe ulaşılacak yıllar olarak tarih veren bilim insanları, bilim kurumları bile var. Son yıllarda çokça konuşulan Transhümanizmi bize kısaca özetler misiniz? Ölümsüzlük arayışında neyi başardı bugüne kadar bu hareket? Entelektüel ve örgütlü olarak gördüğünüz bu hareketi hangi aşamada görmektesiniz? Yuval Noah Harari’nin “Tanrı İnsan” (Homo Deus) dediği ya da başka düşünürlerin dile getirdiği “sayborg” “postinsan” aşamasına gelindi mi? Ne dersiniz bu konudaki gelişmeler için?

Transhümanizmi post-modern ölümsüzlük arayışının ideolojisi olarak özetlemek mümkündür. İnsanı ruh ve bedenden ibaret bir varlık olarak nitelendiren geleneksel düalist anlayışı reddederek materyalist bir dünya görüşünü benimseyen transhümanizm insanın fiziksel ve bilişsel yeteneklerinin ve kapasitesinin artırılması, bireyin kendi bedeni, zihni ve bilinci üzerindeki kontrolünün artırılması ve yaşlanma, hastalık ve ölüm gibi arzu edilmeyen veya gereksiz görülen yönlerinin ortadan kaldırılması amacıyla uygulamalı bilimlerden ve teknolojiden yararlanılması gerektiğini savunan uluslararası bir entelektüel ve kültürel harekettir. 

İlk bakışta bu hareketin somut bir başarısı yok gibi görünmektedir. Ancak son yıllarda artarak devam eden ölümsüzlük çalışmalarına meşruiyet kazandıran bir ideoloji haline dönüşmüş olması başlı başına büyük bir başarıdır. Nitekim bugünün dünyasında birçok entelektüel, bilim adamı, sanatçı ve yatırımcı transhümanizm ideali etrafında bir araya gelerek ortak bir amaç için çalışmaktadır.

Yine transhümanist etkinin kitleselleşmeye başlaması bu çalışmaların kamuoyuna mal olmasına ve isteksizce davransalar bile hükümetlerin destek ve teşviklerine zemin hazırlamaktadır. Ancak bu hareketin henüz emekleme döneminde olduğunu ve insanlığın ölüme bakışında temel bir paradigma değişimine sebep olacak kadar etkili ve yaygın olmadığını da kabul etmeliyiz. 

Harari, Tanrı-insan konusunda oldukça iddialı ifadeler kullanıyor. İnsan türü veya bu türün bazı özel fertleri zaman zaman böyle iddialarda bulunmuşlardır. Aslında Tekvin ve Kur’an bize insanın dünya sürgünün sebebinin de Tanrılaşmaya çalışma cüreti olduğunu söylerler.

Tekvin’in ifadesi ile her şeyi bilen, Kur’an’ın ifadesi ile hem ölümsüz olan hem de sonsuz mülke sahip olan biri zaten çoktan Tanrı veya Tanrı-benzeri bir şey olmuştur. Ancak Allah buna izin vermiyor. Fikrini değiştirip bu kez izin vermesi için bir sebep görmüyorum.

Ölümsüzlük hep Allah’ın imtiyazı olarak kalacak ve Allah bu imtiyazı insan ile paylaşmayacaktır. Dolayısıyla Tanrı-insan sadece kulağa hoş gelen spekülatif bir ifadedir. Sayborg konusunda ise çok hızlı olmasa bile kayda değer çalışmalar yapılmaktadır. Yakın gelecekte daha büyük başarılara tanık olacağımızı tahmin ediyorum. Ancak insan sayborga dönüşse bile bu ölümlü bir sayborg olacaktır. / The Independentturkish / Naman Bakaç

 

 

 

 

Yayınlama: 24.06.2022
A+
A-
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.