Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk profesyonel kadın gazetecisi
Sabiha Sertel, Türkiye Cumhuriyeti’nde gazeteciliği meslek olarak benimsemiş ilk kadın yazardı. Eşi Zekeriya Sertel ile birlikte çıkardıkları gazete ve dergilerde, yeni cumhuriyetin demokratik reformlarının gerçekleşmesi, basın özgürlüğü, kadın hakları, sınıf bilincinin oluşması ve toplumun her kesiminin bilinçlenmesi için çetin bir mücadele yürüttü.
Sabiha Sertel’in Selanik’te başlayan hayatı daha sonra İstanbul, eğitim için gittiği New York ve sonrasında yine İstanbul’da sürdü. Sahibi oldukları Tan Gazetesi ve Matbaası’nın “komünizm propagandası yaptıkları” iddiasıyla, 4 Aralık 1945’te bir grup genç tarafından basılıp yağmalanmasına kadar…
1945’teki baskının ardından hayatları giderek zorlaşan Serteller, 1950’de Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı.
Sabiha Sertel’in Türkiye’de geçirdiği yılları anlattığı otobiyografisi aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, tek partili dönem ve verilen demokrasi mücadelesinin de bir tefrikası.
Sabiha Sertel, otobiyografisini 1968’de Bakü’de ölmeden çok kısa bir süre önce tamamlayabildi. Kitap “Roman Gibi” adıyla ilk kez 1969’da Türkçe olarak basıldı.
2015’te Türkçe olarak yeniden basılan kitap, son olarak ABD vatandaşı torunu Tia O’Brien ve kardeşinin torunu Nur Deriş öncülüğünde ve editörlüğünde, yıllar süren çalışmalar sonucu Ekim ayında İngilizce olarak “The Struggle for Modern Turkey: Justice, Activism and a Revolutionary Female Journalist” (Modern Türkiye Mücadelesi: Adalet, Aktivizm ve Devrimci bir Kadın Gazeteci) ismiyle yayımlandı.
Tia O’Brien ve Nur Deriş kitabı yazım sürecini, ve hem bir gazeteci hem de bir “büyükanne” olarak Sabiha Sertel’i anlattı:
Sabiha Sertel’in otobiyografisini okuduğunuzda ilk neler hissettiniz?
Tia O’Brien: Onu çalışan ve daha önce görüştüğüm ABD’li akademisyenler sayesinde onun önemli ve öncü bir kadın olduğunu biliyordum. Türkçe bilmiyorum ve kitabın İngilizce’ye çevrilmesini isteme sebebim şu; ben aslında o zamana kadar büyükannemi ‘bulamamıştım’. Bu kitapla aslında onu arıyordum. Etrafında esrarlı, gizemli, sır dolu bir hava vardı, ve onu kendi sesinden tanımak istedim. Annem, büyükbabam Zekeriya Sertel’in anılarını İngilizce’ye çevirmişti. Ama Roman Gibi’yi çevirmesini istediğimde “Hayır” demiş, bunun çok siyasi bir otobiyografi olduğunu, ilginç bulmayacağımı söylemişti. Akademisyenlerse kitabın kesinlikle İngilizce’ye çevrilmesi gerektiğini söylediler. İşe koyulduk ve ilk sayfaların çevirisi geldiğinde afalladım.
Kendi sesiyle bir ülkenin doğumunu anlatıyor ve korkusuz bir savaşçıya benziyor.
Ben de bir gazeteciyim. Ama onun karakteri, cesareti ve tehditlere göğüs germe gücü o kadar fazla ki, bu beni çok etkiledi. İki çocuk sahibi bir kadın olarak 1920’lerde, 30’larda, 40’larda erkek otoritesine karşı mücadele etmek… Ona saldırdılar, ona iftira attılar, taciz ettiler, ve o yeniden ve yeniden ayağa kalktı. Matbaaları (Tan Matbaası baskını-1945) saldırıya uğradıktan sonra bile pes etmediler. Sürgünde bile çalıştıkları radyo istasyonundan (Bizim Radyo/Budapeşte), Nazım Hikmet’le birlikte Türkiye ile ilgili haberler geçtiler.
Onlar “pragmatik idealist” insanlardı. İdealleri vardı. Ülkeleri için demokrasi mücadelesi veriyorlardı. Ve basının özgür olmasında ısrarcılardı. Verdikleri ifade ve basın özgürlüğü mücadelesinde inanılmaz metanetlilerdi.
Nedenini tam olarak bilmiyorum ama ailemiz büyükanneme “radyoaktif” gözüyle bakıyordu. Ama Soğuk Savaş zamanlarıydı. ABD’de yaşıyorduk, annem hâlâ Türkiye vatandaşıydı ve ailesi sürgünde yaşıyordu. Yani zor zamanlardı. Sabiha, ülkesi için demokrasi mücadelesi veriyordu ama ABD’de Columbia Üniversitesi’nde okurken tanıştığı komünizme de çok inanıyordu. Büyükannemin bir komünist olduğu, ailemin en büyük sırrıydı. Bu yüzden annem “büyükanne Sabiha” karakterine yoğunlaşıp onun siyasi karakterini dışarıda bırakırdı. Teyzem de yasa dışı Türkiye Komünist Partisi üyesiydi ve bunlar onlar için riskti. Bununla ilgili bir şey duyulursa, Türkiye’ye gitme şansları sıfıra inerdi. Ve onların son amacı buydu; eve geri dönmek. Vatanlarını çok özlemişlerdi.
Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldıktan sonraysa kendilerini Demir Perde’nin arkasında yaşarken buldular ama çok mutsuzlardı. Düşündükleri komünizm bu değildi. Özellikle Bakü’ye gidip Türk pasaportları ellerinden alınınca çok mutsuz olmuşlardı. Bu onlar için çok trajik bir sondu.
Tan Gazetesi ve Matbaası Baskını – 4 Aralık 1945:
Tan Gazetesi ve Matbaası yayın hayatına 1935’te başladı. Ahmet Emin Yalman’ın 1938’de başyazarlıktan ayrılmasının ardından, başyazarlığı ve gazetenin fikir yönünü Zekeriya ve Sabiha Sertel ele aldı.
Tan gazetesi, Sertellerin yönetiminde 7 yıl boyunca hükümetin bazı uygulamalarını ve söz verilen reformların gerçekleştirilmemesini eleştirdi, faşist ideolojiye ve ırkçılığa karşı çıktı, Türkiye’de sol düşüncenin önde gelen yayın organlarından oldu ve tek parti yönetimine eleştiriler getirdi.
Yayın çizgisi gazeteyi iktidarın, milliyetçi ve İslamcı çevrelerin hedefi haline getirdi.
Sertellerin, tek parti yönetimine karşı ikinci bir parti kurmak için hazırlık yapan Celal Bayar ve Tevfik Rüştü Aras gibi isimlerin de aralarında olduğu bir grupla çıkardığı ancak sadece bir kez yayınlanabilen Görüşler dergisi, okları iyice üzerlerine çekmelerine neden oldu.
1 Aralık 1945’te çıkan Görüşler’in ilk ve son sayısında Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, Cami Baykurt, Tevfik Rüştü Aras, Nail V. Çakırhan, Esat Adil Müsecaplıoğlu, Adnan Cemgil, Behice Boran, Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet’in yazıları yer alıyordu.
Oku yaydan çıkaran ise Hüseyin Cahit Yalçın’ın 4 Aralık 1945 tarihinde Tanin gazetesindeki “Kalkın ey ehli vatan” başlıklı yazısı oldu.
Yalçın, Görüşler dergisinin komünizm ideolojisini yaymaya çalıştığını, bunu yaymak için demokrasi ve özgürlük ilkeleri kullandığını iddia edip, “Bu eylemi önlemek ve vatanın bütünlüğünü korumak için Türk halkını mücadeleye girmeye” çağırdı.
Aynı gün İstanbul Üniversitesi’nde toplanan öğrenci kalabalığı, Cağaloğlu’ndaki Tan gazetesinin önüne giderek “Kahrolsun Komünizm”, “Kahrolsun Serteller”, “Yaşasın İnönü”, “Ne Faşistiz Ne Komünist” sloganları atıp matbaayı basıp, yağmaladı.
Grup daha sonra Beyoğlu’na çıkarak Yeni Dünya ve La Turquie Kemaliste gazetelerine saldırdı.
Şiddet olayının ardından Tan gazetesi yayın hayatına son vermek zorunda kaldı.
Tan Olayı sırasında İstanbul’da sıkıyönetim olmasına karşın göstericilerin hiçbiri yargılanıp mahkum olmadı.
Zekeriya ve Sabiha Sertel hakkında ise daha önce yayımlanmış bazı yazılarından ötürü “meclisin ve hükümetin manevi şahsiyetlerine hakaret” suçlamasıyla davalar açıldı.
Zekeriya Sertel de Hatırladıklarım kitabında Tan baskını öncesi Tanin gazetesinde yayımlanan yazının emrinin, dönemin hükümeti tarafından verildiğini savundu.
Nur Deriş: Gerçekten yılmaz bir kişilik ve bunu çok erken ediniyor. Daha 8 yaşındayken babasının annesine karşı bazen şiddet uygulaması karşısında “Sen babamın hizmetçisi misin?” diye soruyor. Annesinin “Her kadın eşinin hizmetçisidir” demesi üzerine Sabiha “Ben asla kocamın hizmetçisi olmayacağım, kendi kocamı kendim seçeceğim” diyor. Yani daha 8 yaşında feminist bakışa sahip.
Abilerinin ve dönemin etkisiyle devrimci havanın etkisine giriyor Selanik’te.
Bulunduğu topluluk içerisinde eğitime çok önem veriliyor ve kızlar da eğitiliyor. Daha 13 yaşındayken yazılar yazmaya başlıyor ve gizlice bunları Selanik’te yayınlanan bir dergiye gönderiyor. Dergideki yazıları çok takdir topluyor ve derginin yayıncısı, daha sonra eşi olacak olan Zekeriya. Yani daha çok genç yaşta birçok kimliği birden barındıran bir kişilik Sabiha.
Ve aynı zamanda bu ortamın da getirdiği bir direnç, bir yılmazlık var. Aynı zamanda “dönme” olarak tabir edilen, Yahudilikten Müslümanlığa geçmiş bir topluluk içinde bulunuyor Sabiha.
(Sertel ailesi Balkan Savaşı nedeniyle 1913’te Selanik’ten İstanbul’a taşınmak zorunda kalıyor ve Zekeriya Sertel burada yazılarından tanıdığı Sabiha ile evlenmek istiyor, ancak o döneme kadar “dönme” toplumu sadece kendi içinde evlendiği için, evliliğe karşı çıkanlar oluyor).
Hem toplum içinde hem aile içinde bu evliliğe itirazlar yükseliyor. Sabiha’nın abilerinden Celal Deris, onları savunuyor ve “yeni bir toplum kuruluyor, yeni insanlar yetişecek, biz bu eski tabuları yıkmak zorundayız” diyerek onların evliliğini destekliyor.
(Sabiha ve Zekeriya Sertel’in yeni evlendiği yıllarda çekilmiş bir fotoğraf)
Peki Sabiha nasılzamanının bu kadar ötesinde bir düşünüşe ve dünya görüşüne sahipti?
Tia O’Brien: Bence bu birkaç farklı durumun birleşiminden kaynaklanıyor. O bir devrime doğmuştu. Selanik devrimin merkezindeydi. Osmanlı entelektüellerinin toplandığı yerdi. Sabiha’nın abilerinden biri Jön Türkler’dendi. Yani Sabiha devrim döneminde büyüdü. Aydın, laik genç kadınlardı. Ayrıca Selanik ticaret yollarının üzerindeydi.
Çok Batılı bir kentti. Yani hem bir devrim doğuyordu hem de yapı olarak meydan okuyan bir karakterdi. Kendisini, gördüğü yanlışları, pragmatik gerekçelerle, şiddetli şekilde yazmaya adamıştı.
Atatürk’ün yeni reformlarının, Yeni Türkiye’ye dair verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyordu ve bu sözler gerçekleşene kadar takipçisi olmaya kararlıydı. Ve bu amaç, yani gördüğü hataları yazmak, onun hayat yolunu belirledi.
Nur Deriş: Çok sağduyulu bir insandı aynı zamanda. Dergilerde, gazetelerde kadınlara aile, evlilik ve hatta cinsellik hakkında bilgiler verdiği bir köşesi bile vardı. Bunları yapmak bir taraftan çok cesaret ister ama bunu o kadar yumuşak ve makul bir şekilde yapıyordu ki toplumda genel olarak kabul görüyordu. Ama siyasi anlamda boyun eğmez biriydi. Ve bence bu iki özelliğin bir araya gelmesi sayesinde gazeteci olarak bu kadar uzun süre etkili ve popüler olabildi.
Zekeriya ve Sabiha yeni bir gazetecilik yaklaşımı benimsemişti; daha az eğitimli hatta okuma yazma bilmeyen insanlara ulaşmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden dergilerinde, gazetelerinde illüstrasyonlara çok önem veriyorlardı. Bu Türkiye için bir ilkti. Hem sağduyulu ve dikkatli gazetecilik yapmaları, hem de aynı zamanda karşıtları ile başlattıkları sert polemikler, onların çok popüler olmasını sağlamıştı. Yeni Cumhuriyet’in değerlerini destekliyorlardı, ama verilen sözlerin tutulmadığını düşünüyorlardı.
Tia O’Brien: Bu yüzden onlara “sadık muhalefet” deniyordu. Yeni Cumhuriyet’i demokratik bir yer yapmaya adanmış, sadık bir mücadele veriyorlardı.
Sabiha yeni Türkiye’de rol model bir vatandaş olabileceğini mi düşünüyordu, buna inanmış mıydı?
Nur Deriş: Belki de buna inanıyordu ama bunu hiç açıkça dile getirmedi. Yazılarında Sabiha’nın kendi karakterine yönelik bir şeyler bulmak çok zor. Kendisini öne çıkarmak istemiyordu ve bu tutumunda çok tutarlıydı. Okuyucular da bu otobiyografiyi okuyunca şaşırıyor, çünkü kendisinden, kadın olmaktan ve anneliğinden hiç bahsetmiyor.
Bunlar onun için ikincil sorunlardı. Kendisi geri planda kalarak, savunduğu fikirleri öne çıkarmak istiyordu.
Tia O’Brien: Bugün günümüzde bile kadınlar profesyonel hayatlarında ailelerinden bahsetmek istemiyor çünkü bu zayıflık olarak algılanabiliyor. Sabiha da hayatını bu şekilde ikiye ayırabilmişti. Anne olarak sorumluluklarını bir tarafa koymuştu. Profesyonel işi ise diğer tarafta duruyordu. Gerçek hayatta da kitapta olduğu kadar düzenli miydi bu ayrım bilmiyorum.
Çocuklarını seviyor ve onlara iyi bakıyordu ama bugünkü modern annelikte olduğu gibi “Acaba çocuğumla yeterince kaliteli vakit geçiriyor muyum?” gibi endişeleri yoktu. Sabiha çocuklarını çok seviyordu ama bir devrim yapılıyordu ve o devrim için mücadele gerekiyordu.
Ama insan onun karakterini merak etmekten kendini alamıyor…
Tia O’Brien: Tüm araştırmalarım sonunda şunu söyleyebilirim: Sabiha insanları şaşırtıyordu çünkü aslında çok yumuşak, sakin konuşan biriydi. İnsanlar bu “ateşli savaşçının” yazılarını okuyup sonra karşılarında bu kadar kibar bir kadın görünce şaşırıyorlardı.
Nur Deriş: Sağduyulu olduğunu söylemiştim. Bir solcu olarak, sol görüşleri de çevresindeki Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi entelektüellerle de tartışıyorlardı. Rusya’daki Ekim Devrimi sonrasıydı, Türkiye’deki devrimin nasıl olması gerektiği, komünizm ya da sosyalizm ihtimalleri tartışılıyordu. Ama Sabiha bu konuya da çok sağduyulu şekilde yaklaşıyordu.
Bunun mümkün olamayacağını söylüyordu. Sosyalizme inansa da Türkiye’nin sosyalizm öncesi yaşaması gereken başka evreler olduğuna, öncelikle burjuva demokratik bir devrime ihtiyaç olduğuna inanıyordu. Önce bu olmadığı sürece bir işçi devrimi olamayacağını düşünüyordu. Tüm bu ateşli tartışmaların içinde, sağduyulu, gerçekçi bir kadın olarak var oluyordu.
Tia O’Brien: Evet, ufukta sosyalist ya da komünist bir düzen olmayacağını biliyordu ama işçi hakları, toprak reformu gibi Yeni Cumhuriyet’in ulaşılabilir hedefleri için mücadele ediyordu.
Bence hep pragmatikti. Ama bu yine de tehlikeli bir yoldu. Ve bence bu yüzden Sertellere Türkiye’deki muhalif gazeteciliğin ataları diyebiliriz.
Ve bugünün baskıcı rejimlerinde saldırı altında kalan gazeteciler de onların hayatından ve mücadelesinden çok fazla ders alabilir.
Atatürk hakkındaki fikirleri neydi? Bazı reformların uygulanmamasıyla ilgili anılarında Sabiha’nın Atatürk’ten çok etrafındakileri eleştirdiğini görüyoruz. Sizce durum bu muydu?
Tia O’Brien: Sabiha ve Zekeriya anayasa yazılırken Ankara’dalardı. Yani o masada neler konuşulduğunu kitaptan duyabiliyoruz. Masada çok sert bölünmeler vardı.
Atatürk bunları aynı potada eritip bağımsızlık savaşı vermeyi başardı. Ama anayasa yazım sürecine gelindiğinde bu bölünmeler yeniden ortaya çıktı. Ve bu fay hatları bugün Türkiye’yi hâlâ bölmeye devam ediyor.
Atatürk hakkında yazdıkları da çok objektifti ve bir gazeteci olarak yazıyordu. Bu bölünmeleri Atatürk ile yemek masasında rahatça konuşabildiğinizi yazıyordu Sabiha.
Ama sonunda Atatürk bu reformları hayata geçirebilmek için güçlü bir tek adam yönetimine ihtiyaç duyduğuna karar verdi. Ve bence bu Türkiye için bir model oluşturdu ve ülkenin bugün de bunun çok ötesine gidilebildiğini düşünmüyorum.
O dönemin dışlanmış, damgalanmış olan entelektüelleri artık günümüzde çok okunuyor, bir anlamda hakları iade ediliyor. Ama Sabiha Sertel hakkında bugün bile çok fazla bilgi bulmak pek mümkün değil. Bunun nedeni ne sizce?
Tia O’Brien: İlk kez onu Google’dığımda, 2000’lerin başı olacak, 40 bin sonuç görmüştüm. Yani ona yönelik bir ilgi olduğu ortadaydı.
Ama sanıyorum Türkiye’den her anlamda “sürülmüş” bir kişiydi. Büyükbabam 27 yıl sonra, 1979’da Türkiye’ye geri dönebildi. Onlar dışında herkesin ülkeye dönüşüne izin verilmişti. Peki onlarınkine neden verilmedi ya da neden bu kadar uzun sürdü? Bulduğum cevaplardan biri şuydu: Hiçbir yönetim, Sertelleri geri alan yönetim olarak anılmak istemedi. Çünkü onlar “tehlikeli muhalif sesin” sembolleriydi.
Ve Sabiha bir komünist olarak daha da tehlikeliydi. Yani birçok “tehlikeli” özelliği birden barındırıyordu. Önde gelen muhalif bir sesti, erkek otoritesine meydan okuyan bir kadındı, boyun eğmedi. Ve aynı zamanda bir “dönmeydi”. Ama benim edindiğim izlenim özellikle son 5-6 yıldır Sabiha’nın isminin bir Rönesans yaşadığı. Neden olduğundan emin değilim ama “kafir, tehlikeli, sapkın” imajından bir kadın kahramana dönüştüğüne tanık oluyoruz.
Nur Deriş: Tabii ki herkes tarafından değil.
Tia O’Brien: Bence o keşfedilmemiş bir kahramandı ve kitabın İngilizceye çevrilmesi de dünya genelindeki okuyucuları bu kadın kahramanla tanıştırıyor.
1950 yılında Türkiye’den ayrılırken Sabiha yanında arşiv götürememişti. Otobiyografisini yazarken kaynakları nereden, nasıl buldu?
Tia O’Brien: Kitabın başında ona arşiv konusunda yardımcı olan insanların isimlerini yazmış olduğunu görürsünüz. Ama aklında kaldığı kadarını yazdığını da açıkça söylüyor. Kitapta tam kesinlik gereken yerlere bazı dipnotlar da düştük. Yani bazı tırnak içi ifadeler aslında tefsir ama söylediği şeyler tutarlı ve kesin. Bazı ufak tefek tarih hataları vardı mesela ama ifadelerin hepsi bağlama uygun ve doğru ifadelerdi.
Sizce Sabiha’nın hiç pişmanlığı oldu mu?
Tia O’Brien: Bakü’deyken kendi aralarında, kimin yüzünden ülkelerinden uzak kaldıkları konusunda çok ciddi tartışmalar yaşadıklarını biliyorum. Zekeriya, Sabiha’yı suçluyordu. Sabiha ise “Zekeriya, sen de aynı şeyleri yazdın” diyordu.
Nur Deriş: Bence Sabiha’nın hayatında birçok hayal ve hayal kırıklığı vardı. Zekeriya Marksizm’in pratikte, Rus Devrimi’yle neler getirebileceğini daha iyi görmüştü ve yanılmadı. Ama Sabiha inandıklarına yürekten bağlıydı. Tüm hayatları boyunca olması için mücadele ettikleri Cumhuriyet’le uğradıkları hayal kırıklığı, onların ülkelerini terk etmesine neden oldu. Sürgündeki hayatlarında Sovyetler’de Nazım Hikmet onlara kol kanat gerdi.
Sabiha Komünist Parti’nin yurtdışı kolunun en önde gelen isimlerindendi ve orada da ateşli tartışmalara giriyordu partinin diğer isimleriyle. Yani parti içinde de muhalefet yapıyordu.
Sosyalizmin, doğduğu topraklarda bile vadettiklerini yerine getiremediğini gördü. Bu onu çok yıkmıştı.
Tia O’Brien: Türkiye’nin demokratik olması için verdikleri savaşta her şeylerini kaybetmelerinden pişmanlık duyup duymadıklarını soruyorsanız… bu ilginç bir soru, çünkü Yıldız’a [Sabiha’nın kızı] ölmeden önce bu soruyu sormuştum; “Değdi mi?”. Neredeyse gözleri doldu. “Benim de düşünüp durduğum soru bu ve cevabını bilmiyorum” dedi. Çok fazla şey kaybetmişlerdi.
Tabii ki mücadeleleri birçok önemli noktaya dikkat çekmişti ve çok değerliydi. Ama daha önemlisi Zekeriya’nın bana yazdığı bu mektubu buldum.
Mektupta “Anılarımızı okudun mu? Üzücü hikayeler, hangi şartlar altında çalıştığımızı ve çektiğimiz sıkıntıları gösteriyor. Ama demokrasi idealimiz ve halkımız için çalışıp mücadele verdik. Okumalı ve öğrenmelisin” yazmıştı. Ben de bu kitabı okuduğumda bunu düşündüm. Bu kitaba eski bir anı kitabı olarak yaklaşılmamalı.
Bu kitap, ne kadar çetin olursa olsun gazetecilik ışığı altında insanları bilgilendirmek ve inandıklarını savunmak için harcanan hayatların yaşayan bir belgesi. Bu, bugünün dünyasında da çok zor.
1968’de yazılmış olsa bile bu kitap ve anılar günümüzde de çok geçerli. Aynı mevzular hâlâ yaşanıyor. Ve bu insanlar muhalif gazeteciliğin mucitleriydi.
Tüm bu olanlara rağmen onun mağdur dili kullanmadığını görüyoruz. Sizce bu neden?
Tia O’Brien: Karakterlerinin önemli bir noktasına dikkat çektiniz. Ne Zekeriya ne de Sabiha böyle bir dil kullandı.
Anıları bırakın, ben torunları olarak bile onların hayatlarında trajedi yaşamış insan olduklarını anlamamıştım. Hiçbir zaman kendilerini mağdur olarak göstermediler. Kendilerini demokrasi ve halkları için mücadele etmiş insanlar olarak görüyorlardı.
En karanlık günlerinde bile bu düşünceyle ayakta kaldıklarını düşünüyorum. Bu insanların havlu atıp pes edecek insanlar olduğunu düşünmüyorum.
Nur Deriş: Bence temsil ettikleri ruh hâlâ canlı. Aldıkları risklerin farkındalardı.
Ödeyecekleri bedeli muhtemelen biliyorlardı. Ve bu ruh günümüzde de sürüyor.
Onlarca yıldır entelektüeller, sanatçılar ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü mücadelesi veriyor. Ve bu mücadele fitilinin ateşi Serteller gibi dönemin diğer isimleri tarafından yakılmıştı.
Bu yüzden miraslarının hâlâ canlı olduğunu düşünüyorum./Aylin Yazan BBC Türkçe