Mutluluk takıntısından neden kurtulmalıyız?
Mutluluk hayatın amacı mı, yoksa bir takıntı mı?
Psikolog Edgar Cabanas’a sorarsanız, mutluluk “tıpkı bir tüketim malı ya da bir iş gibi bencil bir kavram” haline geldi.
Edgar Cabanas ile sosyolog Eva Illouzhe, “Mutluluk Hastalığı: Bilim ve Mutluluk Endüstrisi Hayatımızı Nasıl Kontrol Ediyor?” adlı bir kitap yazdı.
İki yazar, milyonlarca dolarlık “mutluluk endüstrisi” tarafından ileri sürülen birçok görüşü sorguluyor. “Mutluluğun sadece bir tercih olduğu” da bunlardan biri.
“Gerçekten istersen elde edebilirsin” gibi sloganların, işler istediği gibi gitmeyince insanların kendilerini suçlu hissetmelerine ve düş kırıklığına uğramalarına neden olduğunu söylüyorlar.
Madrid’deki Camilo José Cela Üniversitesi’nde çalışan araştırmacı Edgar Cabanas, BBC Mundo’nun sorularını yanıtlarken, pozitif psikoloji kavramının bilimsel geçerliliğini tartışmaya açtı.
Cabanas, bireysel mutluluğumuzu takıntı haline getirmekten vazgeçmemiz, onun yerine ortak mutluluk için çalışmamız gerektiğine inanıyor.
TEDx konuşmanızda mutluluk fikrinden uzaklaşmanın mümkün olduğunu söylediniz – peki ama neden bunun iyi olacağını düşünüyorsunuz?
Mutluluk söylemiyle ilgili temel sorunlardan biri, mutluluğun bir saplantı haline gelmesi, gurular, kişisel gelişim kitapları ve yaşam koçlarının, gelişmemizi sağlayacak daha iyi, daha dolu bir yaşam vaadine neredeyse bağımlılık duyulmasıdır.
Vaat yanıltıcı, çünkü o mutluluk gerçekte hiç gelmez. Amaca asla ulaşılmaz çünkü bu hiç bitmeyen bir süreç. Tuzağa düşüyoruz ve bu ürünlere bağımlı hale geliyoruz.
Örneğin kendini tanımak veya mutlu olmak için kişisel gelişim kitabı alan biri, tek kitap almaz. Ondan sonrakini ve bir sonrakini de alır. Bu kitaplar gerçekten mutlu olmamızı sağlasaydı, bir tanesi yeterdi öyle değil mi? Ama öyle olmuyor.
Bu döngüden çıkmamız, bunun bir tuzak olduğunun farkına varmamız gerekiyor.
Mutluluğun kontrolümüzde olduğu düşüncesinin, mutsuz olanların suçluluk duymasına neden olduğunu söylüyorsunuz. Bu bizim ruh sağlığımızı nasıl etkiliyor?
Çok olumsuz etkiliyor. “Mutlu olmak elinizde, güzel bir yaşam sürmek için tek ihtiyacınız olan şey kendiniz” gibi cümleler kulağa hoş geliyor. Ancak gerçekler böyle değil.
Çağdaş mutluluk fikrinde, içinde bulunduğumuz koşulların rolü ya hiç önemsenmiyor ya da en aza indiriliyor.
Bilimsel temeli olmamasına rağmen, mutluluğun yüzde 50 genlerimize, yüzde 40 irademize ve yüzde 10 koşullara bağlı olduğu yolunda popüler bir efsane var.
Bir başka deyişle, mutluluğun yüzde 90’ı etrafımızdaki hayata, gelirimize, sosyal sınıfa, yaşadığımız yerin kültürel değerlerine, ailelerimize, sahip olduğumuz desteğe değil, yalnızca bize bağlı olarak tanımlanıyor. Tüm bunların mutluluğun sadece yüzde 10’u olarak görülmesi ilginç.
Bireysel ve toplum olarak, ne zaman mutluluk saplantısı edindik?
Görece olarak, kısa süre önce. Kişisel gelişim kitapları ve mutluluk koçları 1950 ve 60’larda ABD’de ortaya çıktı ve bu kültür büyüdü. ABD dışında, bu fikirlere bilimsel bir görünüm vermeyi amaçlayan pozitif psikoloji akımının ortaya çıktığı 2000 yılından bu yana daha yaygın hale geldi.
Bu piyasa krizlerden etkilenmedi. 2008’deki mali kriz, teşvik niteliğinde oldu ve sosyal ağlarda, medyada ve sağlık dergilerindeki haber ve tavsiye bombardımanı giderek daha da arttı.
Üzüntü ve acı çekmekten korkarız. Mutluluğu takıntı haline getirmemiz belki de bundan kaynaklanıyordur. Ne dersiniz?
Evet, hayatta en önemli şeyin mutluluk olduğunu söyledikçe de bu artıyor. Hayatta en önemli şey olup olmadığını tartışabiliriz, ama önce mutluluğun ne olduğunu bilmemiz gerek. Ne ilginçtir ki, kimse mutluluğun nasıl tanımlanacağını bilmiyor.
Mutluluk tamamen size bağlıysa, bir mutluluk gurusu mutlu olmak için neye ihtiyacınız olduğunu nereden bilsin? Bireysel bir şey değilse, o zaman da mutluluğun insanın kendine bağlı olduğu söylemi çelişkili.
Bunun arkasında bazı duyguların kötü bir biçimde “olumsuz” diye tanımlanması var. Duygular asla olumlu veya olumsuz değildir, olumlu veya olumsuz olmaları duruma ve o anda oynadığı role bağlıdır.
Örneğin kaygı duyabilir ve bu yüzden sıkıntı duyabiliriz. Ama biraz kaygı iyidir, bir yarış ya da sınav öncesinde olumlu bir rol oynar.
Öfkenin olumsuz bir duygu olduğu söylenir. Şiddet içeren hareketlere veya kötü muameleye yol açarsa, öfke gerçekten de çok olumsuz olabilir. Ancak adaletsizliğe karşı mücadele etmemizi ya da yanlışları düzeltmemizi sağlıyorsa olumludur.
Kendilerini iyi hissetseler bile, daha mutlu olmaları gerektiğini düşünenlerden söz ediyorsunuz. Neden böyle oluyor?
Kitapta mutluluk hastalığı olarak tanımladığımız hissin özünde bu var.
Mutluluk hastasının, aslı olmasa da sürekli olarak bir şeylerin yolunda gitmediğine, hasta olduğuna inanan kişi olduğunu söylüyoruz.
Hastalık hastası gibi, mutluluk hastası da hep hasta olduğuna inanıyor çünkü yeteri kadar mutlu değil. Potansiyelini gerçekleştiremediğine inanıyor. İyi olduğu halde, kafasını kötü olmaya takıyor.
Burada yanlış bir şey var: kendini kötü hissedince düzelmen için değil, iyi olsan bile daha iyi olman için yardım öneriliyor. “Daha iyi”nin de sonu yok.
Ne zaman mutlu oluruz? Bize asla söylenmiyor. Kimse bize, “Zaten mutlusun, bir şey yapma” demiyor.
Bize söylenen hiçbir zaman tamamen mutlu olamayacağımız ve mutlu olsak bile, tedbiri elden bırakmamamız, sürekli uyanık olmamız, rahatlarsak mutlu olmamızı sağlayan her şeyi kaybedebileceğimiz.
Tüketim mallarıyla aynı mantık: bilgisayar yazılımı ya da cep telefonu gibi, asla en iyisini alamıyorsunuz, çünkü en iyisi daha çıkmadı, yakında çıkacak.
Mutluluk gurularının toplumda doldurmaya çalıştıkları boşluk nedir?
Biz kitabımızda mutluluk gibi bir şeyin bilimsel olarak incelenebileceği görüşüne karşı çıkıyoruz.
Yıllardır önemli, giderek artan ekonomik ve sosyal güçlüklere tanık oluyoruz. İçinde bulunduğumuz koşulları değiştiremedikçe, kendimizi çaresiz hissediyoruz. Koşulların değişmeyeceğini düşündüğümüz için, daha çok kendimizi değiştirmeyi düşünüyoruz.
Bireysellik artmakla kalmıyor, dünyada büyük değişiklikler yapma şansımız olmadığı hissi de artıyor.
Bu süreçte, toplumun parçası olma fikri bir tarafa bırakılıyor, öyle mi?
Sanırım öyle. İyi olmaktan söz ettiğimizde, kendi iyiliğimizden söz ediyoruz. Kendine iyi bak. Kimse seni kurtarmaz. Senin için en iyisi neyse onu yap. Sağlığına dikkat et.
Bunlar hata çünkü koronavirüs ile bireysel sağlığın, topluca sağlıklı olmak kadar önemli olmadığını gördük. Kendine istediğin kadar bakabilirsin, ama asıl önemli olan herkesin sağlığının yerinde olması, yoksa sadece kendin için endişelenmenin bir anlamı yok.
Mutluluk konusunda da benzeri bir durum söz konusu: insan kendisi için endişelenebilir ancak yine de etrafında işler yolunda gitmiyorsa iyi olamayacağını çünkü sosyal varlıklar olduğumuzu bilir. Beğensek de beğenmesek de, başkalarına bağımlıyız. Toplumsal refah olmazsa, bireysel refah da olmaz.
Bireysel refahı, sosyal refahın önüne koyuyoruz ve bu bence bir hata.
Israrla mutluluk peşinde koşmanın bir anlamı var mı?
Bugünlerde bize vadedilen türden mutluluk için ise, hayır. Mutlulukla ilgili çelişkiyi doğrulayan ilginç araştırmalar var: Mutlu olmak için uğraştıkça kendi mutluluğunuzu sabote ediyorsunuz.
Çok eğleneceğinizi düşünerek bir partiye gitmeye benziyor. Gidiyorsunuz ve normal geçiyor. Çok daha iyi olmasını beklediğiniz için, fazla eğlenmiyorsunuz.
19. yüzyıl filozoflarından John Stuart Mill, ömrünün sonunda mutluluğu hayatın temel amacı olarak görmeye değmeyeceğini çünkü ne olduğunu ve nasıl bulacağımızı bilmediğimiz gibi, mutlu olmaya uğraştıkça sıkıntı çektiğimizi söylemişti.
Mutluluktan söz etmeyi bırakmamız, bunun için de takıntı yapmaktan vazgeçmemiz gerekiyor.
Mutlu olmak isteyen ya da daha mutlu olmaya çalışanlara tavsiyeniz nedir?
“Daha mutlu olacağım” demek yerine, “Birini mutlu edeceğim” desinler. Kendilerine değil, başkalarına odaklansınlar. Benim tavsiyem bu. /BBC / Margarita Rodríguez
© Foto | DerVirgül